Taziye için gittiğiniz bir evde acısı olanlara, felsefi içerikli bile olsa başsağlığı anlamına gelecek sözler dışında bir şey söylememek, ince davranışın gereğidir. Bununla birlikte felaketlerin, kanaatleri yumuşatan ve onları yeniden düşünmeye yol açan bir işlevi de var.
Farsların ve Şii milislerin şimdi Felluce’de, geçmişte Diyala ve Tikrit’te yaptıkları, durup var gücümüzle anlamaya çalıştığımız manzaranın bütünü değil. El-Haşd eş-Şa’bi unsurlarından birinin kameralar önünde bıçağını çıkarıp “Ya Hüseyin” sedalarıyla kurbanının kafasını koparıp bedenini parçaladıktan sonra mezhepsel koro eşliğinde cesedi etrafında vecd içinde raks etmesi, Farsların kazançlı olmadığı şiddetli bir savaş meydanında olduğunuzu anımsatıyor.
Farsların kendilerini çevrelerindeki diğer halklardan ayıran en az üç özellikleri var: Birincisi, Arap değiller. İkincisi, Müslümanların çoğunluğunun inanmadığı bir itikada sahipler. Üçüncüsü ise, İslam öncesi dönemden kalma bölgesel emellere sahip bir azınlıklar.
Farsların kendi sınırları dışındaki davranışlarına hükmeden genel kural şu: “Dışarıdan bir güç bir yere girmek isterse zihinleri ve gönülleri kazanmalıdır. İslam’ın fetih dönemlerinde bu böyleydi. Aksi takdirde toplum söz konusu dış gücü reddeder, girişine izin vermez. Ret durumda ise önüne engel olarak çıkan toplumu ortadan kaldırmak gerekir. Toplumun doğal hamisi olan devlet de işlemez hale gelmelidir. Toplumun yeniden ortaya çıkmasını engellemek için onun ileri gelenlerini, entelektüellerini, aydınlarını ve yaratıcı şahsiyetlerini tasfiye etmek kaçınılmaz bir hâle gelir.”
Bunlar, Farsların komşularıyla yürüttüğü savaşın perdeleri. Kameraların görmediği çok dallı bir savaş… Terör, bu savaşın araçlarından biri. Sahada olup biteni anında gösteren ışıklı panoların olduğu, sessiz sakin odalarda arka plandan idare ediliyor. Panoların önünde Felluce, Tikrit veya Halep’te A Planı’nın başarısız olması durumunda B Planı’nı devreye sokmaya karar veren uzmanlar var.
Nasıl ki kendisini normal bir devlet gibi göstermeye çalışan İran’ın maskesini söylemlerimiz ve kalemlerimizle düşürüp onun çirkin yüzünü ortaya çıkardıysak ve hak ettiği yerde olmasını sağladıysak, Şii milisler şehirlerimizden birini daha yok etmeye kalktığında da aynısını yapıyoruz.
Neden “kurtarılmış” kentlere geri dönülmüyor?
İyi yürekli halkımız masum sorular orta atıyor: Neden “kurtarılmış” kentlerimize geri dönmemize izin verilmiyor? Maalesef o kentler artık sizin olmayacak, ey ciğerparelerimiz! Silahla alınamayacak o yerler, Siyonistlerin Filistinlilere yaptığı gibi zayıf kişilikli insanlardan para karşılığı satın alınacak. Yeni demografi haritalarının, savaşta yıkıma uğrayan bölgeleri, etrafı mezhep kuşaklarıyla çevrili adacıklara dönüştürmeyi öngördüğü artık sır değil.
Farsların komşularıyla olan problemi, kendisini hamile bırakan despottan nefret eden ama korkudan bunu gizleyen ve ondan bir türlü kurtulamayan bir kadın misali, Araplardan aldıkları İslam’la sınırlı değil. Buna karşılık, Arapların da bu komşuyla bir arada yaşamaya ilişkin gerçek problemi, komşunun Hz. Peygamber’in ashabına ve ehl-i beytine dil uzatması değil.
Farsların komşularıyla asıl sorunu, kendilerinin o bölgelere sızıp kalıcı bir yer elde etmesini engelleyenlerle alakalı. Sünni Arap göçmenlerin tahrip edilmiş kentlerine dönmesini engellemek, Farsların, fethin yarattığı kent düzenine ve Sasaniler'deki Kisra rejiminin piramit tipi yönetimine aykırı olan yatay toplumsal yapısına karşı giriştiği savaşın bir parçası.
Metropolün sağladığı özgürlük ortamları, kim olursa olsun bireye sosyal ve mesleki açıdan yükselme imkânı verir. Ancak bu yükselme, miras alınan veya bahşedilen bir imtiyazdan ziyade kazanılan bir yeterliliğin ürünüdür. Kentteki entelektüel tartışmaların yarattığı ortam, kavramların topluma maksimum faydayı sağlayacak biçimde elekten geçirilmesini sağlar. Bütün bunlar ve daha başka veriler, muhalif bir çoğunluğun sahip olduğu çevreye doğru genişleme emelleri olan bir azınlığın ulusal güvenlik gereksinimleriyle uyumlu değildir.
Lafzi olarak, ortak İslami kavramlarla “Arap İslamı”na karşı darbe yaptıktan sonra yeniden yapılandırdığı kadim Fars düzenine benzer sınıfsal bir rejimi karşılayabilecek bir toplumsal zemin yoktur.
Aralarında Ali Şeriati’nin de bulunduğu “Safevi Şiiliği”ni eleştirenlerin üzüntü duyduğu husus, söz konusu akımın Hz. Peygamber’in sahabelerine dil uzatması ve İslam’ın temel itikatlarındaki sapkınlığı değil, toplumu tartışma ve münazara hakkından yoksun bırakması ve toplumun aklını belli kişilerin akıllarında özetlemesidir. Bu ise söz konusu akımı, halkçı niteliğinden uzaklaştırmış, bir ümmet akımına dönüşmesini engellemiş ve onu Kisra kulelerine geri götürmüştür. Sonuç: “Öteki”yle yaşadığı çekişmede kaybeden, bilgi ortamında gelişmeye elverişli olmayan zayıf bir azınlık.
Ali Şeriati’nin mülahazaları, meclis veya parlamento gibi kentsel zemini olan sorgulama sistemine karşı Fars rejiminin tutumunu teşhis ediyor. Gerçek anlamda bu tür bir yapılanmadan yoksun olan Fars rejimi, 1981’de devrimini parlamentoyu yıkmakla başlattı. Köklü kültür evlerinin öncülüğünde kentte gelişen edebiyat ve bilgi faaliyetleri için de aynı teşhis söz konusu.
Öte yandan, Fars rejiminin, “velayet-i fakih”te temsil edilen yönetim şekli olarak “ilahi hak” teorisinden hareketle miti düşüncenin temeli olarak benimsemesi neticesinde, kent ve metropol, bugün Müslüman ancak eskiden putperest olan Fars’ın yeniden egemen olduğu coğrafyaya dönüşüne engel oldu.
Fars düşünürlerin arşivlerinde, komşulara yapılan saldırıların kültürel durgunluk dönemlerinde başarıya ulaştığı, kültürel canlanma dönemlerinde başarısız olduğu ifade ediliyor. Bugün Farsların bölgedeki varlığı, bugünküne benzer kültürel ve uluslararası veriler ışığında Hicri dördüncü yüzyılda vuku bulan Büveyhî istilasından bu yana en büyük istila olarak nitelendiriliyor.
Kentlerdeki aydın kesimi tahrip etmek
Günümüz Farslarının en büyük emeli, atalarının aksine başarıyı yakalamak. Hicri dördüncü yüzyılda İslam dünyasının metropolleri (Bağdat, Musul, Nisabur, Rey), Büveyhîlerin istilasından birkaç on yıl sonra “Ehli Sünnet’in ilk kültürel devrimi” denilebilecek bir odağa dönüştü. Abbasi, Arap, Selçuklu, Türk ortak projesi olan bu devrim, derinlikli bir yapıya kavuşarak uygulama yönüyle bilimsel örgün okullara dönüştü. Bu toplumsal bilinç, Bağdat’ta Mustansiriyye Üniversitesi’nin kurulmasına yol açtı ve Büveyhîlerin yıkılması sonucunu doğurdu.
Söz konusu ekoller, hâlihazırdaki Fars işgali altında, sosyal medya yoluyla rekor bir süre zarfında dijital biçimiyle yeniden ortaya çıktı. Kentlerdeki akademik toplumun, kentler tahrip edilip üniversiteler bombalanmadan ve düşünebilen insanlar bir lokma ekmekten başka bir tasası olmayan göçmen bir topluluğa dönüşmeden önce öncü bir rolü vardı.
Teşbihte hata olmaz; işgal altındaki Filistin’e Google haritalarından bakarsanız bölgedeki yerleşim birimlerinin ve dolambaçlı yollarının normal devletlerde olduğu gibi planlanmadığını, bu yerlerin estetik bir mimari zevkten ziyade tasarımcının güvenlik hassasiyetini ve endişesini yansıttığını göreceksiniz. Bu hassasiyet, sayıları azalmakta olan bir azınlık olan Farslıların çoğunluğu kontrol altına almak istemesiyle yeni bir boyut kazandı.
Farsların Arap Ahvaz bölgesinde uyguladıkları demografi, güvenlik ve ekonomi modeli, İsrail modelinden çok farklılık göstermiyor.
İslam fetihlerinden kaynaklanan toplumsal dönüşüm, fetihlerden önce bölgeyi paylaşan Bizans ve Fars güçleri arasında ortak çıkarlar için zemin yarattı. Bu ortak çıkarlar, İslam’ın Avrupa’nın derinliklerine aktarımını yöneten ve Avrupa ve Farsların çoğu zaman birlik içinde gerçekleştirdikleri saldırılar karşısında savunma görevi üstlenen metropollere karşı bir eşgüdüm sağladı. Bu eşgüdümün bugün Felluce, Tikrit, Halep ve Humus semalarında yeniden ortaya çıkması garip değil.
Metropoller de tıpkı su kaynaklarının çevresinde olduğu gibi zengin ve renkli bir karasal hayatı etrafına çekiyor. Fakat bu suyun kurumasıyla birlikte hayat da biter. Doğuda kırsal, metropoller için hem enerji zengini kara parçaları, hem de bu metropollerin nefes aldığı akciğeri demek.
Farsların bölgedeki “tersine toplum mühendisliği”, toplum, güvenlik, ekonomi ve siyaset olmak üzere hayatın tüm yönlerine uzanan derin bir dönüşümü temsil ediyor. Bu dönüşümü ne olayın detaylarını betimleyen bir gazetecinin birikimleri, ne duyguları tutuşturan edebi bir çalışma, ne de çiçeği burnunda “stratejistlerin” katıldığı paneller doğru bir şekilde değerlendirmeye muktedir. Bu iş; sosyoloji, tarih ve planlama konusunda uzmanlaşmış, İran işgalinin tahrip etmeye başladığı toplumu rehabilite edebilecek ve kültürel sağaltma mekanizmalarını devreye sokabilecek bir takım çalışmasını gerektirir.
İnşa halindeki binanın son şeklini öğrenmek isterseniz aynı mühendisin daha önce yaptığı binalara bakmanızı öneririm. Irak, Şam, Yemen ve Fars varlığının darbe vurduğu diğer bölgelerin şeklini öğrenmek isterseniz de, Farsların doğal zenginliklerini, şeker tarlalarını istila ettiği ve nehirlerini kuruttuğu Ahvaz’a bakmanızı… Farslar, “İnsanlar üç şeyde ortaktır: Su, aş ve ateş” kulübüne üye değiller. Ahvaz ise bugün imtiyazlı bir şekilde cehalet, hastalık, susuzluk ve açlık kulübüne üye.
Herhangi bir düşmanın hem entelektüel doktrin hem de savaşma kudreti bakımından sahada zayıf olduğu halde görüşme turlarında kazançlı çıkması mantıkla açıklanabilecek bir durum değil.
Rebî el-Hâfız, Iraklı araştırmacı-yazar.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Al Jazeera’nin editöryel politikasını yansıtmayabilir.