15 Temmuz darbe girişimi, belki de içinde yaşadığımız çağın karakterine uygun olarak hızla başlayıp bitti. Yol açtığı can kayıpları, onlarca yaralı, maddi hasar ve milli iradenin ve devlet otoritesinin temsil edildiği Cumhurbaşkanlığı, TBMM, Genel Kurmay Başkanlığı, MİT, Emniyet Genel Müdürlüğü vb. kurumlara yapılan hava saldırılarının yol açtığı manevi tahribat da, demokrasi tarihimizde kara bir leke oluşturacak bu girişimin acı bilançosu olarak kayıtlara geçti.
Darbe kapsamında yaşanan ve tüm açıklığıyla milletin gözü önünde cereyan eden gelişmeler yaklaşık 70 yıllık arızalı bir demokrasi geçmişine sahip olan Türkiye'ye pek yabancı değil.
Siyasi tarihinin temel karakteri kriz olan ve ağır aksak sürdürmeye çalıştığı çok partili parlamenter rejimi her 15 yılda bir askeri darbe ve muhtıralarla tökezleyen bir ülkede, bu kez olayların seyri ve olan bitene halkın gösterdiği tepki öncekilerden çok farklı oldu.
15 Temmuz darbe girişimi, darbeler tarihinde önemli bir kırılma noktası olarak nitelendirilmeye değer özellikler taşıyor. Öyle ki yaşanan bu tecrübe sonrası Türkiye'de artık hiç bir şey eskisi gibi olmayacak.
Türkiye’de nelerin değişeceğini zaman gösterecek. 20 Temmuz’daki Milli Güvenlik Kurulu ve Bakanlar Kurulu toplantılarının ardından gelecek açıklamalar, bu yeni dönemin ipuçlarını verecek. Ancak yeni dönemin yapılacaklar listesi uzun. Fakat yapılması gerekenlere geçmeden hâlâ akıllardaki cevapsız soruların bir kısmına değinmekte fayda var.
Darbelerde dış faktörler ne kadar etkili?
Küreselleşen dünyada darbeler asla yalnızca iç siyasi koşullar ve güç dengeleri hesabıyla gerçekleştirilen operasyonlar olarak görülmemeli.
Günümüzde de darbelerin yerel siyasi şartların ve inisiyatiflerin eseri olmaktan çok daha fazla küresel güç hakimiyeti hesaplarının ve bunlara dayalı stratejilerin birer uygulama aracı alarak sahneye çıktığı gerçeğiyle karşı karşıyayız.
Uluslararası sistemin evrensel değerleri, çoğulculuk ve özgürlük ideallerini ve demokrasi standartlarını gelişmiş ülkeler liginde yer almanın ön şartı olarak titizlikle korurken, üçüncü dünyada ve otoriter kültürün yerleşik olduğu ülkelerde bu ideallere taban tabana zıt despotik yönetimleri desteklemesinin uzun vadeli stratejilerinin ve çıkarlarının gereği olduğunu anlamak zor değil.
Bu bakımdan darbe yöntemlerinin ve darbeci iktidarların yeri geldiğinde işbirliği yapılabilecek yarayışlı birer enstrümana dönüşmesi yine küresel egemenlik stratejisinin bir parçası olarak anlam taşıyor. Marjinal ve radikal küçük grupların veya terör örgütlerinin büyük güçler adına vekalet savaşı sürdürmek veya siyasi istikrarsızlığa yol açmak üzere devre sokulması bundan farklı değil.
21'inci yüzyıldaki terör saldırıları, siyasi krizler ve darbe girişimlerinin sağlıklı analiz edilebilmesi için ilk bakışta göze çarpan faktörlerin arkasındaki görünmeyen değişkenlerin dikkate almakta fayda var.
Türkiye'de güç mücadelesi ve dengelerinin sürdürüldüğü reaksiyoner değişim çizgisinin bu bakış açısıyla ele alınması, yakın tarihinde dikkat çeken güvenlik krizleri ve darbelerin anlaşılmasında anlamlı bir izah çerçevesi ortaya koyacaktır.
Nitekim son 20 yıllık yakın siyasi geçmişimize baktığımızda merkezi vesayetin 28 Şubat dönemiyle Refahyol hükümetini iktidardan uzaklaştırdığını, AK Parti iktidara geldikten sonra askeri yapıdaki vesayetçi kadroların yargı ve güvenlik hiyerarşisinde kök salan paralel devlet örgütlenmesinin operasyonuyla alaşağı edildiğini, ardından 17/25 Aralık süreciyle de paralel devlet yapılanmasının tasfiye sürecine girdiğini görüyoruz.
Paralel yapılanmanın bürokrasi, yargı kurumları ve iş hayatındaki güç kaynakları ve uzantılarının önemli ölçüde tasfiye edilmesinden sonra gerçekleşen 15 Temmuz darbe girişimi, bu defa ordu içinde ve yargıda kalan unsurlarının temizlenmesi için bir başlangıç noktası oluşturacaktır.
Boşluğu kim dolduracak?
Ancak bu zincirleme ve tepkisel nitelikteki güç mücadeleleri sonucunda gerçekleşen iktidar değişimi çizgisi incelendiğinde akla gelen soru, söz konusu illegal örgütlenmenin askeri ve sivil bürokrasiden ve yargı hiyerarşisinden uzaklaştırılmasından sonra doğacak boşluğu kimlerin dolduracağı ve bunların akıbetinin ne olacağıdır.
Devletin temel kurumlarına derinlemesine nüfuz ederek canlı bir organizma gibi büyüyen ve iktidarların başına çorap ören bu tip yapıların kökü dışarıda bir üst akıl tarafından kurgulandığı, onun iradesiyle hareket ettiği ve kullanım ömürleri bittiğinde tasfiye edildikleri yönündeki tezler yüksek sesle dillendiriliyor.
Bu tür tezlere haklılık payı verildiği takdirde, böylesine köklü ve yayılmacı bir yapının devreye sokulmasını sağlayan bir üst aklın işi bittiğinde söz konusu gücün tasfiye edilmesini isteyeceği, tasfiye süreci sonunda boş bırakılan alanın yine kendisince ya da benzer dış kaynaklı güç merkezlerince doldurulabilmesinin ihtimal dahilinde olduğunu gözden uzak tutmamak gerekiyor.
Ne yapılmalı?
Ülkenin geleceğini karartabilme potansiyeli taşıyan bu badirenin atlatılmış gibi gözükmesi, şüphesiz darbeler döneminin bir daha açılmamak üzere kapanmış olduğu anlamına gelmiyor.
Her şeyden önce Türkiye'de darbe girişimlerinin referans aldığı otoriter siyaset kültürü ve buradan beslenen bireysel ve kurumsal düzeydeki diktacı tutum ve eğilimler hâlâ varlığını sürdürüyor. Demokratik gelişmede hatırı sayılır bir düzeye gelinmiş olsa da militarist müdahale ve dayatmalara boyun eğme yaklaşımının toplumun bilinç altında derin kökleri var.
Öte yandan ordunun kışlasında kalmasını sağlamaya yönelik Silahlı Kuvvetler İç Hizmet Kanunu'nda önemli değişiklikler yapılmış olsa da, silahlı kuvvetlerin hiyerarşik yapı ve işleyişini düzenleyen mevzuatta yeri geldiğinde yine “durumdan vazife çıkarma” refleksini harekete geçirmede cesaret ve ilham alabileceği hukuki ilkeler ve normlar varlığını sürdürüyor.
Daha da önemlisi halkın zihnindeki askeri otoriteyi sivil iradenin üstünde tutan ön kabuller ve yerleşik inanç tortuları tam olarak kaybolmuş değil.
Her şeyden önce, askeri kuruluşların devletin üst örgütlenme çatısı altındaki başlıca devlet organları ve erkleriyle olan görev ve bağlılık ilişkisi demokratik devlet yapılanmasının temel ruhuna ve örgütlenme ilkelerine göre kurgulanmamış durumda.
Esas görevi dış savunma olan, ancak gerek duyulduğunda çağrı üzerine ülke asayişinin sağlanmasında görev üstlenen silahlı kuvvetlerin iç güvenlik birimleri ve siyasi yapı ve süreçlerle olan ilişkileri belirsiz ve fiili durumlara göre şekil alan bir özellik arz ediyor.
Genel Kurmay Başkanlığı’nın bağlılık ilişkisi yeniden düzenlenmeli
Genel Kurmay Başkanı, devletin üst idari örgütlenmesi içinde hükümetin başı olan Başbakan ile eşit düzeydeymiş gibi gözüküyor. Gerek devletin protokol düzeninde, gerek Milli Güvenlik Kurulu toplantılarında en üst askeri bürokrat olan Genel Kurmay Başkanı’nın siyasi iradeyi temsil eden ve seçimle işbaşına gelen bakanlardan önce yer alması iç güvenlik sisteminin sivil ve demokratik yapısına ilişkin kuşkular doğuran bir düzenlemedir.
Genel Kurmay Başkanı'nın teoride siyasi iradeye tam olarak bağlı gözüktüğü halde, devlet protokolünde Milli Savunma Bakanı'ndan önce yer alması, savunma hizmetlerinin yerine getirilmesinde ise fiilen bakanın idari otorite ve denetiminden bağımsız hareket etmesi silahlı kuvvetlerin sivil iradenin üstün olduğu algısını beslemede ve askeri müdahaleleri yüreklendirmede bir dayanak noktası olarak işlev görecektir.
Bu nedenle darbe potansiyelinin ve gelecekteki muhtemel darbe girişimlerin kalıcı olarak ortadan kaldırılabilmesi için Genel Kurmay Başkanlığı'nın tüm demokratik siyasi rejimlerde olduğu gibi sivil siyasi iradeye tam olarak bağlanmasını sağlayacak hukuki düzenleme yapılmalıdır.
Öldürmeyen acılar ve travmalar güçlendirir. 15 Temmuz darbe girişimi, sık sık yediği darbelerle hırpalanan ve savunma gücü hayli zayıflayan Türk demokrasisinin uzun vadeli bir direnç mekanizması geliştirmesi ve varlığını sona erdirmeye yönelik saldırılara karşı koyma refleksinin güçlenmesi açısından önemli bir fırsat oldu.
Çok üzücü kayıplarla sonuçlanmış olsa da askeri otoritenin geçmişteki uygulamaları karşısında sindirilen ve daima itaatkâr ve teslimiyetçi bir tutum takınan sivil halk kitlelerinin otoriteye karşı durma ve sorgulama gücü bulabilmesi açısından bir özgüven aşılaması işlevi gördü.
Ancak kamuoyunun hafızasının zayıf olduğu dikkate alınarak yaşananlardan gereken dersler çıkarılmalı, toplumsal olgunluğun ve demokratik gelişme düzeyinin uzun vadeli bir süreç olduğu unutulmamalıdır.
Doç. Dr. Ulvi Saran, Eski Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarı, Vali. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Kamu Yönetimi ve Siyaset Bilimi Bölümü'nden mezun oldu. Kamuda önce Başbakanlık Devlet Planlama Teşkilatı'nda sözleşmeli uzman olarak çalışmaya başladı, ardından çeşitli ilçelerde kaymakamlık yaptı. 1992-2003 arasında İçişleri Bakanlığı'nda Mülkiye Başmüfettişi olarak görev yaptı. Sağlık Bakanlığı'nda Müsteşar Yardımcılığı görevinde bulundu. 2009-2012 arasında Malatya Valisi olarak görev yapan Saran, daha sonra Başbakanlık Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarı olarak atandı; 22 Eylül 2014 tarihine kadar bu görevde bulundu.
Twitter'dan takip edin: @ulvisaran
Bu makalede yer alan görüşler yazara aittir ve Al Jazeera'nin editöryel politikasını yansıtmayabilir.