Fethullah Gülen, 1970’lerin başında Erzurumlu, Nurcu kökenli, şiirsel, belagatlı bir dil kullanan sıradan bir vaizdi. İzmir’de Nurcu hareketin ana gövdesinden kopup kendi cemaatini inşa etmeye başladı.
Etrafında yerel bazı işadamları ve öğrencilerden oluşan az sayıda insan vardı. İlk günden itibaren eğitime büyük önem verdi. Kısa bir sürede mutlak anlamda gizliliği temel prensip olarak benimsedi. Bu hareket, aslında en baştan beri kapalı, şeffaf olmayan bir yapıydı.
O yıllarda Gülen hakkında da çok fazla bilgi yoktu. Adı duyulsa da adeta görünmez bir figürdü. Sadece Sızıntı dergisinde yazıları yayınlanıyordu. 1980’lerden sonra vaaz kasetleri yavaş yavaş yayılmaya başladı.
Gizlilik ve devlete sızma
Gülen hareketi yasal işlerinin yürümesi için zorunlu bir-iki şirket, vakıf, dernek ve dergi dışında (ki onların da Cemaat ile ilişkileri gizlenmeye çalışılırdı) dışa açık hiçbir yapılanmaya gitmedi.
Aslında gizlilik, cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren kamusal alandan dışlanmış tüm İslami cemaatlerin mecburen benimsediği bir yöntemdir. Ancak diğer cemaatlerin gizliliği savunma amaçlıydı; varlıklarına ve faaliyetlerine devletten gelebilecek zararları en aza indirmeyi hedefliyordu. Gülen cemaatiyse, kendisini devletten korumaya ek olarak, hatta ondan daha fazla, devlete sızma ve onu ele geçirme hedefi nedeniyle gizliliği benimsemişti.
Radikali, ılımlısı, partilisi, partisizi, diğer İslami yapılanmaların temsilcileri içinde Gülen cemaatini önemsemeyen kimse yoktu; onu seven de keza öyle. Normal şartlarda devletten ve özellikle de TSK’dan hazzetmemeleri beklenecek İslamcılar, Gülen yanlılarının orduya sızma ve devleti ele geçirme niyetinden dehşetle söz ediyorlardı. Nitekim Aralık 1986’da Cemaat’le irtibatlı öğrencilerin İstanbul Kuleli, Bursa Işıklar ve İzmir Maltepe askeri liselerinden atılma haberlerini yaparken, Cemaat’in devlete sızma konusunda ne kadar azimli ve becerikli olduğuna bizzat tanıklık ettim.
‘Sivil’ ve ‘sivil olmayan’ iki kanat
Gülen cemaatinin ‘sivil’ ve ‘sivil olmayan’ iki kanattan oluştuğu söylenebilir. Bunların ilkinde Türkiye ve dünya çapında yaygın olan eğitim kurumları, vakıflar, dernekler, ticari işletmeler, medya kuruluşları vb. yer alıyor.
‘Sivil olmayan kanat’ta ise görülmeyen, orduda, emniyette ve diğer devlet kurumlarındaki Cemaat şebekesi var.
Cemaat ise aslında bu iki kanattan oluşan tek bir yapı. Fethullah Gülen tepeden tırnağa her şeyi denetliyor. İslami bir cemaatten ziyade daha çok bir istihbarat servisini andıran bir yapı, çok ciddi siyasi hedefleri olan küresel bir şebeke. İslam dini, Said-i Nursi, Nurculuk ise araçsallaştırılıyor.
Gülen’in uzun süredir Pennsylvania’da yaşadığını da düşünürsek, anavatanı Türkiye olan ama karargâhı ABD, faaliyet alanı ise tüm yerküre olan, binlerce bağlısı bulunan bir yapıyla karşı karşıyayız.
40 yıllık kadrolaşma projesi
Peki Fethullah Gülen emniyet, asker, eğitim, bürokrasi, vb. alanlarda kendisine böylesine bağlı ve geniş bir kadroyu nasıl oluşturdu? Burada, kadro yetiştirmeyi temel alan karizmatik ve son derece becerikli bir kişinin 40 yılı aşkın bir süre boyunca yürüttüğü titiz ve yoğun bir faaliyet söz konusu.
OHAL döneminde ilk KHK ile 35 sağlık kurumu, 1043 özel öğretim kurumu, 1229 vakıf ve dernek, 19 sendika ve 15 vakıf yükseköğretim kurumu kapatıldı. Bunların arasında az sayıda Cemaat ile ilgisiz kurum bulunduğu rezervini düşerek, bu rakamların bize ne denli geniş çaplı bir örgütlenmeyle karşı karşıya olduğumuzu gösterdiğini söyleyebiliriz.
Bunlara Cemaat’in küresel faaliyetleri, dünyanın dört bir tarafındaki okulları ve diğer kurumları eklersek, kimi araştırmacıların ‘imparatorluk’ benzetmesi abartılı olmaz.
Bu imparatorluğun ilk adımları, önce Orta Asya’da kurulmaya başlanan ve İran, Suudi Arabistan ve Körfez ülkeleri hariç, Latin Amerika dahil dünyanın dört bir yanına yayılan okullarla atıldı. Bu okullar, Türkçe’nin ve Türkiye’nin temsilcisi olarak görülüyordu.
Kurulan seçkin okullarda elit ailelerin çocukları hedeflendi. Çok iyi bir eğitim ve ardından oluşan iş imkanları sayesinde Gülen kendisi için ciddi bir ilişki ağı, taban yarattı.
Zamanla hareket giderek büyüdü. İlk yıllarında Sızıntı dışında hiçbir yayını yokken ve cemaat üyelerinin Cemaat dışı yazarların kitaplarının okumasına bile izin verilmezken, Zaman gazetesinin satın alınmasıyla başlayan medya hamlesiyle Cemaat bir medya imparatorluğuna sahip oldu.
Vakıflar, okullar ve medya Gülen’in dışa açılmasının aracı oldu.
Kim Cemaat’i neden destekledi?
Kuşkusuz Cemaat bu güce tek başına ulaşmadı, değişik dönem ve coğrafyalarda, değişen kesimlerin açık, cömert ve etkili desteğine sahip oldu.
Örneğin Türkiye’de 12 Eylül darbecileri komünizme karşı mücadele adına Cemaat’in önünü açtı. Turgut Özal döneminde Cemaat sivil siyasetle ilişkileri geliştirmeye başladı. Özal ve MHP lideri Alpaslan Türkeş Cemaat’in özellikle Orta Asya Türk cumhuriyetlerindeki faaliyetlerini teşvik etti. Tansu Çiller Gülen’i bir tür stratejik ortak olarak görürken, Bülent Ecevit onu ‘inançlara saygılı laiklik’ önermesine uygun bir din adamı olarak gördü. Refah Partisi’nin 1990’larındaki yükselişinden ürken egemen sınıflar da Gülen ve cemaatini onun karşısına bir alternatif olarak çıkarmaya kalktı.
Gülen bu fırsatı çok iyi kullandı, RP’yi radikal, sert bir hareket olarak gösterip onun karşısında kendisini ılımlı İslam’ın temsilcisi olarak öne çıkardı.
Aynı tarihlerde Gülen artık insan içine çıkıyordu. Toplumun entelektüel kesimleriyle ilişki kurma amacını taşıyan Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı (GYV) kurulmuştu. Anaakım medyada da Gülen ile ilgili övgü dolu yazılar yayınlanmaya başladı. Türkiye’deki liberal, sağdan ve soldan arayış içerisindeki, mevcut yapıdan çok da memnun olmayan insanlar için özellikle GYV’nin düzenlediği Abant Toplantıları bir cazibe merkezi oldu. Cemaat bu toplantıların sadece organizasyonunu yapıyordu, katılanların çoğu da cemaatçi değildi. O organizasyonlarda Türkiye’nin temel meseleleri sahici bir biçimde tartışılıyordu.
Gülen bu sayede ilişki ağını geliştirdi ve kendisine sivil bir kimlik inşa etti. Bu da cemaat için çok kuvvetli bir sermaye oldu, hatta Türkiye’deki siyasi entelektüel tartışmalarda önemli bir odak haline geldi.
AKP ile ilişkiler
AKP’nin ilk yıllarında Cemaat’e belli bir mesafesi vardı. Ancak AKP esas tehdidin ordudan ve orduya destek veren kesimlerden geldiği düşüncesiyle Gülen’in önünü açtı. AKP haksız sayılmazdı zira iktidara geldiği 2002’den sonra pek çok darbe girişimine maruz kalmıştı. AKP bu dönemde, yurtdışındaki okullara yönelik Türk diplomatlar, diplomatik temsilciliklerle ilgili ambargoyu kaldırdı.
AKP döneminde, zaten başlamış olan devlette kadrolaşma faaliyetleri sürdü. AKP bunun önünü sonuna kadar açmasa da araladı. 2007’den sonra ise yani asker e-muhtıra ile AKP’yi doğrudan tehdit etmeye başlayınca kurulan AKP-Cemaat ittifakında doğrudan istihdam yoluna gidildi. Bürokraside pek çok insanın ayakları kaydırıldı, yerlerine cemaatçiler geldi.
2007 sonrası AKP ile birlikte askere karşı yürütülen savaş sırasında Cemaat altın yıllarını yaşamaya başladı.
Gülen grubunun ihbar mektuplarından savcı, hakimlere, polisten basına servis edilen belgelere kadar neredeyse tüm süreci kontrol ettiği Ergenekon, Balyoz, Casusluk davaları sırasında, basının bir kesimi ve liberallerin büyük kısmı da Cemaat’e ve bu sürece büyük destek verdi. Cemaat tarafından üretildiği belli olan birtakım bilgi, belgelere tereddütsüz güvendi ve bunların servis ediliş amacını da hiç sorgulamadı. ‘Cemaat askeri vesayete karşı mücadele ediyor’ söylemiyle her söylediği tartışmasız kabul edildi.
Gülen ve hareketi bu süreçte kendini demokrat, darbe karşıtı, darbeye karşı duruşun ana sivil merkezi olarak pazarladı.
Mavi Marmara, MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın ifadeye çağrılması gibi ilişkileri geren olaylardan ve son olarak 17-25 Aralık sürecinden sonra Cemaat-AKP ilişkisi tamamen koptu ve adeta karşılıklı bir savaş başladı.
Batı neden Gülen’e yakın duruyor?
Ancak Batı bu savaşta açıkça Gülen’in yanında durdu. Bu desteğin nedenlerini sorgulamaya kalktığımızda şu hususlar karşımıza çıkıyor:
Okullar üzerinden kurmuş olduğu ilişkiler ağı da Cemaat’i küresel bir güç haline getirmişti. Buna bir de Cemaat’in ılımlı İslam’ı savunduğu görüntüsü eklenince ABD dahil bir çok büyük güç 90’larda Gülen’e dikkat etmeye başladı. 1999’da ABD’ye giden Gülen’in Pennsylvania’da yıllarca ikametine izin verirken, buranın sadece bir din adamının bir nevi gönüllü sürgün yaşadığı inziva yeri olmaktan ziyade küresel bir hareketin ana karargâhı olmasına da onay vermiş oldu.
11 Eylül sonrası ABD’nin Müslümanlara, İslamcılara yönelik uygulamalarına bakıldığında, Gülen’e sağlanan bu alan, ABD’nin Gülen’in faaliyetlerinden rahatsız olmadığı şeklinde yorumlanabilir. Yani Gülen’in küresel faaliyetleri ABD’nin bilgisine ve rızasına sahipti.
Batı medyasında çıkan analizlerin çoğunda Gülen’e yönelik yorumlar çok olumlu. Çünkü Cemaat Batı’da, yurtdışındaki okulları, özellikle ABD’de çok başarılı olan lobicilik faaliyetleri, ılımlı İslam’ın temsilcisi imajıyla ve sivil, liberal, özgürlükçü, demokrat bir kimlikle öne çıktı.
Cemaat çok iyi siyaset yapabilen, karşısındaki yapıları çok iyi okuyan, onların çelişkilerinden çok iyi istifade eden, kendine kolayca müttefik bulabilen bir yapı. Bu şekilde çok kişiyi de kullanırken insanlara da duymak istediklerini söyledi. İslam coğrafyasındaki büyük sorunlar yaşanırken ve Medeniyetler İttifakı gündemdeyken Gülen’in Papa ile görüşmesiyle ve dünya IŞİD teröründen yaka silkerken İslam’da terörün yeri olmadığını anlatan ve pek çok yabancı dile çevrilen kitaplarıyla imajını iyice güçlendirdi.
Ayrıca Gülen, bütün İslami hareketlerden farklı bir tavır sergiledi. İslami hareketler, İslam coğrafyasının durumundan Batı’yı sorumlu tutarken, Gülen tam aksini düşünüyordu. Batı’ya önerdiğiyse şuydu: Gelin, beraberce buradaki radikalizm, terörizm geri kalmışlık gibi sorunları çözelim. Bu, Batı açısından çok cazip bir teklifti.
Görünür olan hep sadece sivil kanattı, geri kalanlar ise sadece bir iddia. Bu iddiayı dile getirense, Erdoğan gibi Batı’nın gözünde otoriterliği tescillenmiş birisiydi. Batı bugün kendine göre birtakım sebeplerle Erdoğan’dan rahatsız ve Gülen’i ehven-i şer olarak görüyor.
Ama Türkiye’de 15 Temmuz’da yaşananlar, bu sivil yapının aslında sivil olmayan yapının zemini olarak kurulduğunu açıkça ortaya koydu.
Gülen cemaati 40 yılı aşkın süre boyunca kendisini demokrasiden yana, sivil ve milli bir hizmet hareketi olarak sundu. Ancak 15 Temmuz akşamından itibaren yaşananlar bu hareketin sivil faaliyetlerinin esas olarak askeriye içinde örgütlenmesinin kılıfı olduğunu gösterdi. Tek başına Meclis’in bombalanması demokrasi yanlılığı iddiasının yalan olduğunu gösterdi.
Darbeye karşı çıkan vatandaşların acımasızca katledilmesi de Cemaat’in milli hassasiyetlerden ne derece uzak olduğunu gözler önüne serdi.
Sonuç olarak Fethullah Gülen ve cemaati, Tayyip Erdoğan’ın negatif imajından istifade ederek küresel düzeyde, özellikle Batı’da varlıklarını sürdürebilirler ancak bu hareketin Türkiye’de yeniden örgütlenebilmesi, açacağı okullara öğrenci, çıkaracağı gazeteler yazar bulabilmesi imkansız gibi bir şey olacaktır.
Ruşen Çakır, gazeteci. Birçok kitaba imza atan Çakır'ın eserlerinden bazıları şunlardır: 'Ayet ve Slogan, Türkiye'de İslami Oluşumlar' (Metis, 1990), 'Ne Şeriat Ne Demokrasi: RP'yi Anlamak' (Metis, 2000), 'Recep Tayyip Erdoğan: Bir Dönüşüm Öyküsü' (Fehmi Çalmuk ile beraber, Metis, 2001), 'Türkiye'nin Kürt Sorunu' (Metis, 2004), 'Mahalle Baskısısı: Var mı Yok mu?' (İrfan Bozan ile beraber, Doğan Kitap, 2009) ve '100 Soruda ErdoğanXGülen Savaşı' (Semih Sakallı ile beraber, Metis, 2014).
Twitter'dan takip edin: @cakir_rusen
Bu makalede yer alan görüşler yazara aittir ve Al Jazeera'nin editöryel politikasını yansıtmayabilir.