ABD Başkanı Barack Obama ile Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın Birleşmiş Milletler'deki hali, adeta David Backham-Luis Suarez buluşmasıgibiydi. İki lider, birbirine zıt dünya görüşleri, tarzları ve perspektifleri ile BM zirvesindeki tüm konuşmacı ve konuşmaların önüne geçti.
Obama, siyasi bir aktörden ziyade – Beckham gibi – bir markaya benziyordu. Amerikalı liderin kafası, arkasında bırakacağı mirasla meşgul durumda. Puan almaktan çok iyi görünme kaygısı taşıyor.Tartışmaların dışında duruyor. Tüm o mücadeleden ve çekişmelerden yorulmuş durumda ve tek istediği herkesin birbiriyle geçinmesi.
Bu yüzden de BM'deki son konuşmasında siyasi değil, tarihi ifadelere yoğunlaştı. Bir yandan dünyaya serbest ticaretin, teknoloji ve küreselleşmenin nimetleriyle ilgili nutuk çekerken, diğer yandan da "saldırgan milliyetçiliğe" ve "saf popülizme" karşı uyarıda bulundu.
Obama,çizdiği tabloda Ortadoğu'nun trajedilerine yer vermedi, ama açık sözlülüğü ile bilinen Erdoğan, Suriye, Irak ve Filistin'de yaşanan trajedileri konuşmasının tam merkezine koydu.
Erdoğan'ın konuşması tam manasıyla diplomatik bir taarruz gibiydi. Batı'nın ikiyüzlülüğü ve BM Güvenlik Konseyi'ndeki diğer üyelerin kayıtsızlığı karşısında puan topladı.
Hükümetine yönelik başarısız askeri darbe girişiminden sonra Erdoğan'ın Ortadoğu'daki insanların içinde bulunduğu zor durumu görmezden gelenlerle oyun oynayacak havada olmadığı ve Türkiye ile uğraşanların kafasını koparmaya hazır olduğu açık.
Farklı perspektifler
Obama ve Erdoğan, farklı görüşler ortaya koysalar da karşı takımlarda da değillerdi. Yani ortada "bardağın yarısı boş" argümanını tamamlayan "bardağın yarısı dolu"şeklinde bir tablo söz konusu.
Bununla birlikte, Ortadoğu'dan ve aslına bakılırsa dünyanın geri kalanındanbakıldığında, Obama'nın dünyanın 20. yüzyıldaki dünya savaşlarına kıyasla bugün çok daha iyi durumda olduğu iddiası baştan savmalık ve kayıtsızlık kokuyor.
Obama, ABD'de bile siyahlar ile beyazlar, kırmızı eyaletler ile mavi eyaletler arasındaki uçurumu kapatma ve Amerikan askerlerini Irak ve Afganistan'dan çekme vaadinin ırksal ve ideolojik gerilimleri arttırdığını çoğu kimseden daha iyi biliyor.
Ayrıca Obama, Ortadoğu'da askeri çatışmanın manzarasını da genişletti, ancak bunu yaparken bölgedeki Amerikan askeri sayısını azalttı.
ABD Başkanı konuşmasında sorumluluktan bahsetti, ama başkanlık koltuğunda oturduğu dönemde yaşanan finansal krizden ya da Irak'taki yasadışı savaştan dolayı tek bir bankacı veya siyasetçiden bile hesap sorulmadı.
Dünya, bundan 20, 15, 10, hatta beş yıl öncesine göre kızışmaya devam ediyor ve bunun nedeni küresel ısınma da değil. Son yarım yüzyılda büyük ilerlemeler kaydedilmiş olsa da, uluslararası siyasette gerilim artıyor ve herhangi bir yumuşama belirtisi de yok.
Çatışma ve kan
Buna son birkaç yılda farklı kıta, ülke ve toplumları gezerken birinci elden şahit oldum. Sayısız insanla konuştum, ama geleceğe dair çok az iyimserlik ve çok fazla şüphe gördüm.
İkinci Dünya Savaşı'nı, sömürgecilikten kurtuluşu, Soğuk Savaş'ın sona ermesini, demokrasinin yaygınlaşmasını, Asya, Afrika, Latin Amerika ve Ortadoğu'daki halk ayaklanmalarını takip eden coşku, tamamen yok olmasa da azaldı.
Ortada büyük bir karmaşa var. Bir yön kaybı, liderlik eksikliği söz konusu ve inanacak pek bir şey yok. İrlandalı ünlü şair William Butler Yeats'in dediği gibi, en iyiler inançtan yoksunken, en kötüler tutkuyla dopdolu.
Tüm bunlar şu soruyu akla getiriyor: Başı zaten belada olan dünyayı şimdi ne bekliyor? Zira "saldırgan milliyetçiliğin" 21. yüzyılın başından itibaren yükselişe geçmesi, giderek 20. yüzyılın – yani dünya savaşlarından sömürgeciliğe, tarihin en kötü vahşetlerinden bazılarının yaşandığı dönemin – başında olanları andırıyor.
Yarım yüzyıllık değişimin ardından
Birleşmiş Milletler'in kurulması ve bugün BM'nin çoğunluğunu oluşturan yeni devletlerin ortaya çıkarak bağımsız olması, güya beşeri kalkınmada daha insani ve adil bir aşamaya geçilmesine öncülük edecekti.
Fakat Sovyetler Birliği ve ABD arasındaki Soğuk Savaş, nükleer silahların yaygınlaşmasına, vekil savaşlarına ve ideolojik çatışmalara yol açarak beşeri kalkınmaüzerinde muazzam bir maliyet oluşturdu.
Bu "sıcak" Soğuk Savaş'ın sona ermesi yine bir kutlama sebebi oldu, zira çok sayıda devlet diktatörlükten ve savaştan kurtulmuştu.
Fakat Ortadoğu, Balkanlar, Somali, Angola ve Ruanda'daki savaşlar ciddi bir kötümserlik yarattı. "Bir daha asla" sözü, sadece Almanya'da değil, dünya genelinde, özellikle de süreç içerisinde milyonlarca sivilin öldüğü Suriye, Irak ve büyük Ortadoğu'da defalarca tekrarlandı.
Ancak insanlar yine de yaşadıkları toplumlarda demokrasi ve insan haklarının yayılması için can atıyordu. Doğu Avrupa, Sovyetlerin mutlak idaresinden ve yandaş rejimlerden; Latin Amerika ise Amerikan hakimiyetinden ve yandaş otokratlardan kurtuldu. Afrika, temsili hükümet yolunda adımlar attı. Hatta 2011'de Arap dünyası bile bu kervana katıldı.
Fakat insanlara ilham veren komünizm gibi ideolojiler, 20. yüzyılın zorlukları ile başa çıkmada, halkların ihtiyaçlarını karşılamada başarısız oldu. Bu süreçten zaferle çıkan Batı liberalizmi, 21. yüzyılı korkunç savaşlar ve küresel bir finans krizi ile açtı. Avrupa ve ABD genelinde eşitsizlik fırlamış durumda, orta sınıflar kıvranıyor, ırkçılık artıyor.
On yıllık başarısızlık sürecinin ardından
Son birkaç yıldır ise demokrasinin gerileyişine, otokrasinin geri dönüşüne ve popüler milliyetçiliğin yükselişine tanıklık ediyoruz. BM Genel Sekreteri Ban Ki-moon'un sözlerini biraz değiştirerek, vatandaşların "bize karşı onlar"şeklindeki bir dünyada liderlere güvenmediğini söyleyebiliriz.
Burada yeni bir şey yok, hep böyleydi, diyebilirsiniz. Ama geçmişte her zaman bir tür vizyon, ileriye dönük bir yol, daha iyi şeylerin olacağına dair bir vaat vardı. Bugün ise yok.
Büyüklü küçüklü bir sürü ülke, zorla veya isteyerek demagojik popülizmi ve milliyetçi otorakratları sahipleniyor görünüyor. Rusya'da Vladimir Putin ve Çin'de Şi Cinping'in yükselişi, Hindistan'da Narendra Modi'nin, hatta Filipinler'de Rodrigo Duterte'nin seçilmesi buna örnek.
Latin Amerika'da solcu liderler halkın beklentilerini karşılamakta başarısız oldu. Bolivar Devrimi, Orta Amerika'nın büyük bölümünde diz çökmüş durumda. Brezilya, Arjantin ve diğer Latin ülkeleri, yolsuzluk ve kötü temsilden muzdarip.
Batı Avrupa ve ABD de milliyetçi popülizm dalgasından payını almıyor değil. Radikal sağ buralarda da önemli atılımlar yapmaya devam ediyor.
Üstelik burada söz konusu olan tutarlı bir dünya görüşüne dayalı, ideolojik eğilimler de değil. Daha ziyade İslam dini ve şanlı (Hristiyan) Batı medeniyetini mahvetmeye kararlı şeytanı (yani İslamcıları, göçmenleri ve azınlıkları) mağlup etmekle ilgili boş sloganlar, hatta en fazla 140 karakterle Twitter mesajları üzerinden seslendirilen görüşler.
Alternatifler
Şunu söylemek gerekiyor: İster sevin, ister sevmeyin, birkaç ay sonra halefi başkanlık koltuğuna oturduğu zaman Obama'yı arayacağız. Tıpkı askeri darbe ile devrilseydi Erdoğan'ı da arayacağımız gibi. Hemen arkalarından gelecek alternatiflerin çok umut vadedici görünmemesi, bu iki lider için hem bir lütuf hem de bir lanet.
Bir yargıda ya da kıyaslamada bulunulacaksa, bu Obama ile Erdoğan arasında değil, Erdoğan ile komşuları, Türkiye ile diğer gelişmekte olan/gelişmiş ülkeler arasında olmalı.
Yani Mısır lideri Abdulfettah Sisi, Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esed, İran'ın dini lideri Ali Hamaney ile karşılaştırma yapılmalı. Ya da Türkiye ile Suudi Arabistan, Cezayir, Kazakistan, Malezya vb. arasında…
Kimin geleceğe dair daha iyi bir vizyon sağladığı konusunda Obama Putin'le, ABD Çin ile kıyaslanmalı. Ne yazık ki Amerikan liderliği karşısındaki (emperyal veya değil) Rus ve Çinli alternatifler ya yok ya da korkutucu.
Gerçek dünyada "harika" lideri veya vizyoneri aramanın – veya örnek almanın – bir anlamı dün de yoktu, bugün de yok. İlerleme, büyük çabayla kazanılmış, kolektif bir medeniyet ve nesil mücadelesi ile sağlanır.
Neyse ki Obama'nın da söylediği gibi yeni nesil, kendisinin neslinden daha iyi – ama savaş, şiddet, ırkçılık ve ötekileştirmeye maruz kalınca değil. Yeni neslin üyelerinin hapse düşme ya da suç ve şiddet gruplarına katılma olasılığı, toplulukları örgütleyen bireylere ya da aydın liderlere dönüşme olasılığından daha fazla. Yine de savaş ve çatışma dönemlerinde bile başkaları için hayatlarını ve özgürlüklerini feda eden sayısısız genç görüyoruz. Örneğin Suriye'deki Beyaz Miğferler, ülkenin son yıllarda yaşadığı karanlık günlere bir umut ışığı oldu.
Keşke siyasi liderler de fedakârlıkta halkın seviyesine ulaşabilse; keşke kendi prestijleri için insanları kurban etmekten vazgeçseler… O zaman dünya çok daha iyi bir yer olurdu.
Keşke BM Genel Sekreteri bir hakem gibi davranıp bu rezil siyasi oyuncuların her birini hak ettikleri gibi susturabilse.
Marwan Bishara, Al Jazeera'nin baş siyaset uzmanı. 'The Invisible Arab: The Promise and Peril of the Arab Revolutions' (2012), 'Palestine/Israel: Peace or Apartheid: Occupation, Terrorism and the Future' (2003) ve 'Palestine/Israel: Peace or Apartheid: Prospects for Resolving the Conflict' (2001) kitaplarının yazarı.
Twitter'dan takip edin: @marwanbishara
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Al Jazeera'nin editöryel politikasını yansıtmayabilir.