Amerikalı politik mizah yazarı P. J. O'Rourke, "Amerika aslında tek partili bir ülke. Ama tipik Amerikan müsrifliği, aynısından iki taneye sahipler" diye yazıyor. Ne kadar farklı politikalar savunuyor görünseler de dış politika, ekonominin temelleri, hukuk ve güvenlik konularında Cumhuriyetçi ve Demokrat bir başkanın yaklaşımları arasında keskin bir fark yoktu. Politik fay hattını vergi politikası ve kamusal harcamalarla ilgili birkaç nüans, birkaç sosyal politika tartışması ve dış politikadaki üslup oluştururdu.
Ancak son seçim süreci, ABD politikasının bu müesses işleyişini alt üst etti. İlk kez bir aday açıkoturumda penisinin büyüklüğü ile övündü. Kadın rakibini, "Şu surata bir bakın, bunda başkan olacak surat var mı?" diye aşağıladı. Kendisine hoşlanmadığı bir soru soran bir kadın gazetecinin, ‘muayyen döneminde’ olduğunu ima etti. İlk kez bir aday, Ku Klux Klan’ın kendisine resmi desteğini önemseyerek, reddetmeye yanaşmadı. Azınlıkları ‘tecavüzcü hırsız’ diye nitelendirdi. ABD’nin kapılarının bir inanç grubundan olanların tamamına kapatılması gerektiğini savundu. Rakibinin kampanyasına para bağışı yaptı diye bir spor kulübünün başkanına Twitter üzerinden "Ayağını denk al, gizli kalmasını istediğin çok şeyin var"şantajında bulundu. İlk kez bir aday, gelir beyannamesini seçimden önce açıklamayarak finansal durumunu halktan gizledi. İlk kez bir adayın hakkında tecavüzden dolandırıcılığa kadar açılmış 3 bin 500 ayrı dava dosyası var. İlk kez bir aday, yayınlarına bakarak gazetelere akreditasyon ve kampanyasını takip yasağı getirdi. Hoşlanmadığı bir soru soran bir gazeteciyi zorla basın toplantısından attırdı. İlk kez bir adayı partisinin bütün ileri gelenleri seçim kampanyasında yalnız bıraktı; partisinin son başkan adayı ve daha önceki başkanları ona karşı oy kullanacaklarını açıkladılar. İlk kez bir aday, başkan olduğunda seçimdeki rakibini hapse attıracağı tehdidinde bulundu. İlk kez bir aday, kendisi kazanmazsa seçimin hileli olduğunu ve rakibinin zaferini kabullenmeyeceğini ifade etti. İlk kez bir aday, Avrupa, Asya ve Ortadoğu’daki bütün otoriter liderlerin ve diktatörlerin açıktan desteğine sahip.
Cumhuriyetçi Parti’nin başkan adayı Donald J. Trump bütün bu ilklerin ve daha fazlasının kahramanı olan kişi. Komedyen Morth Sahl 1970’lerin başında, "Amerika kurulurken nüfusu sadece 2 milyondu ve bu nüfus içinden Washington’ı, Jefferson’ı, Madison’ı, Franklin’i, Lee’yi, John Marshall’ı ve daha nicesini çıkardı. Şimdi nüfusumuz 200 milyon ve elimizde Nixon ve Agnew var" diye yakınmıştı. Sahl, ABD’nin en büyük iki partisinden birinin bugün 330 milyon kişi içinde başkanlığa layık gördüğü ismi görse kimbilir ne derdi.
Elbette ki Trump’ın rakibi Hillary Clinton da mükemmel bir aday değil. ABD tarihinde ilk kez her iki partinin de başkan adayı ülke nüfusunun yarıdan fazlasınca nefret edilen isimlerden oluşuyor. Yani Clinton bile kazansa, göreve ABD’nin en güvenilmeyen başkanı olarak başlamak zorunda. Ancak Clinton etrafındaki tartışmaların çoğu, Amerikan politik tarihinde defalarca benzerleri görülmüş, sistemin taşıyabileceği skandallar. Kaldı ki, Amerikan tarihinde iki büyük partiden birinin başkan adayı olan ilk First Lady, ilk kadın olması nedeniyle kendine özgü tarihi bir heyecan da getiriyor. Yani Clinton’ınki açıklanabilir bir politik öykü.
Ancak destekçileri de dahil herkes Trump fenomenini açıklamakta zorlanıyor. Bir politik gözlemcinin dediği gibi, "Politika hakkında bildiklerimiz bu seçim döneminde tanık olduklarımızı açıklamaya yetmiyor".
Donald Trump, kişiliği, söylemleri ile yakın zaman öncesine kadar bir mizah malzemesiydi. Bu nedenle, 16 Haziran 2015 günü ABD başkanlığına aday olacağını açıkladığında kendisini ciddiye alan kimse olmamıştı. Reuters haber ajansı açıklamasını, "adaylığı kazanacağına neredeyse kimsenin şans vermediği milyarder" cümlesiyle haberleştirmişti.
Trump bugün artık sadece başkanlığa en yakın iki isimden biri değil, sandıkta kaybetse bile ortadan kalkmayacak, Amerikan demokrasisinin temellerini tehdit eden faşizm eğilimli bir taban hareketinin avatarı konumunda.
Fransız siyaset bilimci ve tarihçi Alexis de Tocqueville, 1831’deki ABD seyahatinden sonra yazdığı klasik eserinde, her demokrasinin mükemelleştikçe despotizme yönelme eğilimine gireceği kehanetinde bulunmuştu. Tocqueville, demokratik yolla gelecek despotizmin yurttaşın gurunu okşayarak onun yurttaşlık gücünü elinden alacağını öngörmüştü. Bugüne kadar tek bir somut plan açıklamayan Trump, ABD’nin bütün iç ve dış sorunlarının kendisinin başkan olmasıyla çözüme ulaşacağını iddia ediyor. Kurultayda söylediği gibi "Ben tek başıma hepsini çözerim"diyor ve destekçileri de buna inanmayı seviyor. Çünkü onun aracılığı ile tek başlarına dünyaya meydan okuyacakları hissine kapılıyorlar. Bu da onlara ‘beyaz Amerikalılar’ olarak, geçmiş devirlerde sahip olduklarına vehmettikleri gücü yeniden kazanma hissi yaşatıyor. Tocqueville’in deyişi ile bu aynı zamanda onları, ‘düşünmenin ve hayatı anlama çabasının yükünden de kurtarıyor’.
Robert Kagan’a göre de faşizm Amerika’ya "postallar ve marşlarla değil, kitledeki mağduriyet hissi ve özgüvensizliğe oynayan bir televizyon pazarlamacısı, çakma milyarder, egomanyaklığın tipik örneği bir kişi ve o kişinin arkasında kör bir parti sadakati veya korkuyla saf tutan bir ulusal parti sayesinde" geliyor.
Medya sayesinde büyüdü
Taban hareketleri genellikle tabandan gelen bir halk hareketi olarak başlar, sonra yukarı çıkar. Ancak Trump’ta böyle olmadı. Her şeyi ile medyada doğdu, medyada büyüdü. Ciddi bir oy desteğine sahip olduğu bugün bile bir gönüllüler ordusu yok. Gücünü, medyanın ona duyduğu ilgiye borçlu. Medya ise onun getirdiği reyting ve tiraja... Televizyon gazetecisi Ann Cury bu durumu şöyle açıklıyor: "Trump sadece anlık reyting, tiraj veya tıklamalar için bir altın madeni değil, medya için bütün değerli madenlerin olduğu bir yatak. Geleneksel medyanın kendi finansal geleceği için büyük bir özgüvensizlik içine girdiği bir dönemde sahneye çıktı. Gerçek şu ki bu medya kurumlarının Trump’a ihtiyacı, bağımlı birinin uyuşturucuya ihtiyacı gibi".
Öyle ki CNN, daha ön seçim döneminde yayın akışını Trump’ın günlük programına göre ayarlayacak kadar ileri gitti. Çünkü kanalın prime time izlenme oranı, Trump haberleri sebebiyle yüzde 170 oranında artmıştı. Geleneksel medya, yakın zamana kadar Trump’ın adaylığını kendisine reyting kazandıran bir tür politika magazini olarak gördü. İşin ciddiyeti kavrandığında artık çok geçti. CNN’in ünlü yorumcusu Fareed Zakaria, Trump'ı, ‘normal bir aday değil, Amerikan demokrasisinde oluşmuş bir kanser’ olarak nitelendirdiğinde artık seçime sadece 3 gün vardı. Pulitzer ödüllü Amerikalı gazeteci Nicholas Kristof da ‘Hiçbir şey biz gazetecilerin bu konuda çuvalladığımız gerçeğini örtmez’ diyor ve ekliyor: "Trump hakkında birkaç iyi habercilik örneği dışında bütün medya bir demagogun gücüne güç kattık ve onu ülkenin başına bela ettik. Bekçi köpeği olamadık, kucak köpeği olduk".
New Yorker editörü Andrew Marantz ise bugün en büyük medya kurumunun, geleneksel gazeteler ve haber kanalları değil, sosyal medya olduğuna dikkatimizi çekerek sadece geleneksel medyanın suçlanmasının eksik olacağı görüşünde. Sosyal medya çağında ‘yayınlanmaya değer haber’in, ‘Darwinyan’ bir etki altında belirlendiğine vurgu yapan Marantz, "Duygusal çalkantıya neden olan içerik daha viral (kişiden kişiye bulaşıcı) özelliğe sahip ve viral içerik kazanır" diyor. Ona göre, onlarca yıldır aday olmak için ortam yoklayan Trump’a 2016’yı son derece elverişli kılan da bu yeni durum. Sosyal medyanın geleneksel medyadan daha etkili olmasının ona tarihi bir fırsat yarattığını aslında Trump’ın kendisi de itiraf ediyor. Trump, 2015 Eylül ayında katıldığı “Morning Joe” programında, "Elimin altında Twitter ve Facebook denen muhteşem şeyler var. New York Times’a sahip olmak gibi, üstelik onun gibi zarar da etmiyor" demişti. Marantz sosyal medya çağında ‘hepimiz medyayız’ diyor. Yani, Trump, provokatif açıklamalarıyla ilgiyi kendisine çevirmek için medyayı manipüle ettiyse, hepimizi manipüle etti. Onun provokatif sözlerini çılgınca paylaşan herkes Trump fenomeninin büyümesinde rol oynadı. Bu anlamda Marantz, Trump’ı ilk ama son olmayacak ‘viral aday (etkinliği virüs gibi yayılan)’ olarak nitelendiriyor.
Tocqueville’e göre Amerikan demokrasisinin başarısının en büyük nedeni, topluma sinmiş yaygın ‘terbiye’ duygusuydu. Toplumun zeka ve karakterinin kalitesi demokrasinin başarısının sonucu değil sebebiydi. Ve yine ona göre ‘terbiye’ de ‘terbiye yoksunluğu’ gibi viral, yani bulaşıcı. Demokratik bir toplumun bu özelliğini kaybetmesi, ‘demokratik terbiye yoksunluğunun’ yeteri sayıda insana bulaşmasına bağlı.
Sosyal medya ve keskin kutuplaşma çağında Amerika bir seçime ilk kez iki ayrı partiye değil, iki ayrı evrene bölünmüş olarak giriyor. Bundan dolayı da Trump’ın söz ve açıklamalarının büyük bölümünün yalan olması, cehaleti, saçına kadar her şeyinin gerçekliğinin tartışma konusu olması, destekçilerinde hiçbir çözülmeye neden olmuyor. Başkan seçilmesi durumunda yapabileceklerini kendisi de dahil kimse kestiremiyor. Başkan seçilmemesi durumunda neler yapabileceğini de…
Obama 1 Kasım günü Ohio’da yaptığı konuşmada, seçimde elbette taraf olduğunu belirttikten sonra Cumhuriyetçi seçmenlere hitaben ‘tarafsız’ olduğunu belirttiği şu soruyu soracaktı:
"Eğer sırf hoşlanmadığınız şeyler yayınlıyor diye medyayı kapatmakla tehdit ederek, muhalifinizi hiçbir yargılama süreci bile olmadan hapse atacağınız tehdidinde bulunarak, farklı inançlarda insanlara ayrımcılık yaparak anayasayı çiğneyeceğinizi seçimden önce dile getirebiliyorsanız, bunları yapabilme gücüne sahip olduğunuzda neler yapmazsınız?"
ABD’nin en yetkili ağzının bu uyarısına sandıktan nasıl bir karşılık çıkacağını ancak Salı akşamı öğreneceğiz. Çarşamba sabahından itibaren küresel kahvehane sohbetlerinin baş köşesine yerleşmesi en muhtemel soru ise şimdiden belli: Ne olacak bu Amerika’nın hâli?
Cemal Tunçdemir, gazeteci ve yazar. Uzun yıllardır ABD'de yaşayan Tunçdemir, T24 sitesi için blog kaleme alıyor.
Twitter’dan takip edin: @CemalTDemir
Bu makalede yer alan görüşler yazara aittir ve Al Jazeera'nin editöryel politikasını yansıtmayabilir.