Bugün siyasi, iktisadi ve toplumsal kurumlarımız, çatlaklarla dolu, yıkılma tehlikesiyle yüz yüze, içinde oturanların ihtiyaçlarını karşılamaktan aciz, sallanan binalara benziyor.
Peki ama niçin? Çünkü bataklık üzerine inşa edilmiş durumdalar.
Tıp fakültesinde hocalıkla geçen yıllarım boyunca öğrencilerime hep şunu tekrarlayıp durdum: Sağlık sistemine gerekli her türlü kaynak ve tecrübe aktarılabilir; ancak eğer ki doktorda meslekî vicdan, hemşirede saygı ve hastada disiplin yoksa sistem çatırdayıp çöker.
Sistemlerimizdeki krizlerin ekseriyeti işte hep bu türden.Yani köklerine krizlerin en kötüsü olan ahlaki kriz iyice sinmiş durumda.
Ahlaki kriz o denli tehlikeli ki konuyla ilgili vizyonumuzu yenilememiz şart; yoksa bizatihi “ahlak” söylemi, bu krizin semptomlarından biri olarak kalacaktır.
Yani meşhur şair Ahmed Şevki’nin alakalı alakasız tekrarlanagelen “Milletler ahlaklarıyla kâimdir, ahlak gitti mi milletler de yok olup gider” beyitiyle toplumumuzdaki ahlaki çöküşe dair timsah gözyaşları dökülen yapay, klişe söylemden artık uzaklaşılması lazım.
Zira, Peygamberlerin Peygamberi Efendimiz'in (SAV) tamamlamak üzere gönderildiği güzel ahlaka tam olarak hiçbir zamanda ya da mekanda ulaşılamadı.
9. yüzyıl Arap toplumu için Câhız’ın yazdıklarını, 17. yüzyıl Fransız toplumu için Molière’in tiyatrolarını, 19. yüzyıl Rus toplumu için Dostoyevski’nin romanlarını okuduğunuzda aslında “meselenin hep aynı” olduğunu göreceksiniz.
Öncelikle kavramı tam olarak anlamaya çalışalım.
Uyulup uyulmadığına veya riyakârca istismarına bakılmaksızın, toplumda eğitimle ve vaazla teşvik edilmekte olan değerler listesini ele alalım. Bu liste, her kültür tarafından farklı sıralamalarla yapılsa da aynıdır. Geçmiş nesillerin deneyimlerinden süzülen bir özet ve bir hayat tecrübesi olduğundan nesilden nesle aktarılarak zaman içinde sabitleşir. Güngörmüşlerin bir tavsiyesi niteliğinde olup lisanıhâlle şöyle der: “Dikkatli olun, biz yalanı bizzat tecrübe edip gördük ki yalancının mumu yatsıya kadar yanar... Kardeşlerimizin arkasından kazdığımız kuyuya kendimiz düşüverdik...”
Değerler, insanlık tecrübesinin bir hazinesidir. Hem bireysel hem de toplumsal bazda, imkan dahilindeki en iyi hayat için en iyi tavsiyelerin aktarıldığı bir tecrübeler hazinesi... Aynı zamanda bir ikazdır. Değerlere uyulmadığı takdirde, bazen anlık menfaatler elde edilse dahi sonunda zararlara uğranacağına dair bir ikaz…
O zaman değerleri, asırlar boyunca insanoğlunun tecrübesiyle kanıtlanan ve – o an ödenen bedele rağmen – bireyin ve toplumun menfaatine en iyi şekilde hizmet eden duruş ve davranışın bütünü olarak tarif edebiliriz.
İki menfaat birbiriyle çatıştığında, en uygun seçenek, toplumun menfaatini bireyin menfaatinden üstün tutan seçenek olur. Zira bu bir bütün olarak toplumun gördüğü zararı azaltır ve bunun için halkların hepsi fedakârlığı, değerler listesinin başına koyar.
Gayriahlaki davranışlar neden pekişir?
Soru şu: Yüzyıllardır bitip tükenmeyen nasihatlere ve bireylere, toplumlara verdiği apaçık zararlara rağmen, gayriahlaki davranışların zamanı ve mekânı aşarak yayılıp pekişmesinin sebebi ne?
Bu şaşırtıcı soruya cevaben, İtalyan sosyolog Costantino Cipolla, bunun sırrı insan tabiatında gizlidir, diyor. Konuyla ilgili tasnifi ırka, dine ve dile değil, – gerek bizim gerekse dünyamız üzerinde tesirli tek ölçüt olduğundan – eylemlerin sonucuna bakarak yapmaya davet ediyor.
Cipolla, bu perspektiften insanoğlunu dört “kategori”ye ayırıyor:
- Eylemleri kendisine ve başkalarına fayda sağlayanlar, akıllılardır.
- Eylemleri kendisine fayda sağlayıp başkalarına zarar verenler, kötülerdir.
- Eylemleri kendisine zarar verip başkalarına faydalı olanlar, akılsızlardır.
- Eylemleri kendisine ve başkalarına zarar verenler, ahmaklardır.
Kötü haber şu: Sürekli gayriahlaki davranışlar sergileyen ahmaklar, kötüler ve akılsızların oranı, kadınlarla erkekler, medenilerle vahşiler, okuma-yazma bilmeyenlerle âlimler ve yönetenlerle vatandaşlar arasında hep aynıdır. Daha kötüsü ise “parlak” gelecekte hiçbir şey değişmeyecek; zira bu yapı eğitim, din ve siyasetin baş edemeyeceği değişmez bir unsurdur.
Ben Cipolla kadar karamsar değilim. Zira bu “kategoriler” siyah-beyaz, kadın-erkek gibi değişmez olgular değil, değişebilir dinamiklerdir.
Bütün eğitmenler, özellikle 2-5 yaş arasındaki çocukların emretmeyi seven narsist benciller olduklarını bilirler. İstediklerinin hemen gerçekleşmesini isterler. Bunun için ebeveynlerine her türlü baskıyı ve şantajı yaparlar ve genellikle başkalarını hiçe sayarlar. İçgüdüsel şiddeti had safha kullanırlar.
Burada, ebeveynler olarak rolümüz, nezaketi, saygıyı, sabrı ve başkalarıyla paylaşmayı öğreterek küçük yaramazları ehlileştirmektir. Bütün yaptığımız, çocuklara örnek olmak ve nasihat etmek, bazen de hafifçe vurmaktır. Böylelikle çocuğu toplum içinde eriyip entegre olmaya ve hem topluma faydası dokunup hem de ondan faydalanması için olgunlaşmaya zorlamaktır.
Bu olgunlaşma süreci çocukluktan ergenliğe, gençlikten olgunluğa ve yaşlılığa kadar devam eder. Yıllar geçtikçe tecrübesi derinleşir ve hem insanlara hem de kendisine faydası dokunacak etkin davranışları giderek artar.
Asıl problem, bireyin hiç durmadan işleyen biyolojik saati ile kimilerinde durup kalan psikolojik olgunlaşma saati arasındaki farklılık. Bundan dolayı, 50’li yaşlardaki ergenlerin ve 60’lı yaşlardaki çocukların, yani yaşları ilerlese dahi çocukların bencilliğini, narsistliğini ve yalana, şiddete vs. meyyalliğini sürdüren şahısların sıkıntısını her daim çekeriz.
Doğru olan teori, ister Cipolla’nınki ister benimki olsun, isterse her ikisinde de doğru taraflar bulunsun, sonuç tektir: Sürekli kendisine ve başkalarına zarar verici davranışlar sergileyen insanlar hep vardır. Peki zamana ve mekâna göre oranı değişse de hep var olan bu sabit olguyla toplumlar nasıl baş etmeli?
Tunuslular Fransa’da neden farklı davranır?
1970’lerin ortalarında Fransa’daki öğrenimimi tamamlayıp Tunus’a döndüğümde merakımı celbeden olgu, Tunusluların kuyruğa girmek söz konusu olduğunda yaptıkları üçkâğıtlardı – ki bu hâlâ devam ediyor.
Devlet dairelerinde olsun, hastanelerde olsun, [Tunusluların kendi ülkelerinde] çalışma hayatındaki uygulamaları anlatmakla bitmez. Hele ev yaptırmaya kalkışırsanız sinirleriniz yıpranır gider.
Oysa aynı insanları Fransa’dayken düzgünce kuyruğa girmiş, Fransız hastanelerinde ciddi, disiplinle ve samimiyetle çalışırken görüyordum. Ben de onlardan biriydim.
Eğer ki Tunuslular tembellik, sahtekârlık ve disiplinsizlik geni taşısalardı, Fransa’daki davranışları da tıpkı Tunus’taki gibi olurdu. Ancak durum böyle değil, kusur bireylerde değil.
Peki sebep ne?
Sebep, [Fransa’da] kamusal alanda her türlü ihlali yasaklayan ve cezalandıran katı bir kültürel atmosfer olması. [Orada] kimse annesini kim kandırıyor sorusuyla ilgilenmez, ama vergi idaresini kandıranın – uzaktan bir akrabası üst mevkilerde dahi olsa – başı fena halde derde girer.
Kamusal alan ile özel alanı ayırmak
Bu noktada, tutumlarımızı ve davranışlarımızı sergilediğimiz kamusal alan ile özel alan arasında köklü bir ayrım yapma ihtiyacı ortaya çıkıyor. Aksi takdirde ahlaki geri kalmışlığımızı yanlış anlamayı sürdüreceğiz.
Eğer Araplar, Batılılar, Afrikalılar ve Asyalılardan temsili bir örneklem alıp dar özel alandaki, yani sadece aile ve arkadaş çevresindeki davranışlarını incelerseniz, ahlaki ve gayriahlaki davranışların oranında çok büyük bir ihtimalle öyle derin bir fark bulamazsınız. Fransızlarla Tunuslular arasında yalancılarla dürüstlerin, iftiracılarla iftiracı olmayanların ve ciddilerle gayriciddilerin vs. oranının aşağı yukarı aynı olduğunu göreceksiniz.
Bir de binlerce yabancıyla muhatap olunan kamusal alana çıkıp inceleme yapın. Kamusal alanda çocukça davranışlar ille de ortadan kalkmayacaktır; ancak topluma bir bütün olarak zarar verici davranışları çevrelemede ve caydırmada etkili olan, çeşitli ve farklı toplumsallık siyasetleriyle karşı karşıya kalacaksınız.
Soru şu: Kamu menfaatlerini tam kalbinden vuran tehlikeli işler neler? Cevabı zor değil ve bütün toplumlar için geçerli: Yolsuzlukla uzaktan ve yakından alakalı her şey.
Bazıları bu suçun halktan çalınanın miktarıyla alakalı olmadığını anlayamıyor. Zira bu miktar ne kadar büyük olursa olsun sadece büyük sorunun küçük bir parçası, yani denizde bir damla.
Yolsuzluğun asıl tehlikesi çalışma, dürüstlük, eşitlik ve doğruluk değerlerine darbe vurması. Nitekim bu gidişat yüzünden toplumda şu kanaat yaygınlaşıyor: “Eğer kıt kanaat geçinmek istiyorsan çalış; ama servet elde etmek istiyorsan başka yollar ara”. Yani yolsuzluk yapmanın yolunu...
Şimdi de yolsuzluğun doğurduğu sonuçlara ve hem geçmişte hem de bugün hak ve hürriyetleri yerle bir etmiş istibdatla ilişkisine bakalım.
Yolsuzluğun boyutunu en iyi bilen, yozlaşmış hükümdardır. Bu yüzden yolsuzluğu örtmek için eleştirileri bastırmak ve tüm özgür sesleri susturmak zorunda kalır. Daha sonra da bu seslerin sahiplerini korkutmak için işkenceye başvurma gerekliliği ortaya çıkar. Rejimin savunucularını artırmak için mümkün olduğunca fazla sayıda insanı yolsuzluğa bulaştırmak gerekir. Muhasebe ya da takibat yapılmayacağından emin olmak için de yargıyı kontrol siyaseti devreye girer.
Bağımsızlığa kavuşmamızdan bu yana [Arap dünyasında] bizi yönetenler alenen hep narsizme, bireyselciliğe (personalizm), akraba kayırmacılığa, bölgeselciliğe ve utanmazca yalana tevessül ettiler. Böylelikle bu davranışları, tıpkı bir hastanın bedenine yayılan kanser hücreleri gibi, toplumsal bünyeye sirayet ettirerek genele yaydılar. Gerçek şu ki bizi sağlığa kavuşturmasını beklediğimiz doktorların bizzat kendileri, toplumun en tehlikeli hastalıklarının bizzat uygulayıcıları, taşıyıcıları ve yayıcıları.
Böylelikle karşınızda, beyninde bir tümörle başlayıp ardından bedenindeki bütün hücreleri saran toplumsal kanserle malul durumda bir toplum var.
Arap-İsrail çatışmasına bir de bu açıdan bakın.
İsrail’in farkı ne?
İsrail’deki ırkçıların insanlarımıza gayriahlaki bir şekilde davrandığına hiç şüphe yok. Ancak bütün zulümlerinden ve ihlallerinden duyduğumuz öfke, İsrail’in bizden askeri, iktisadi ve ilmi üstünlüğünün bir tesadüf olmadığı, bu alanlarda bizden üstünlüğünün en önemli sebeplerinden birinin ahlaki üstünlüğü olduğu gerçeğinin üzerini örttürmemeli.
Delilimiz ne? Bugün İsrail hapishanelerinde, siyasi bir mücadele çerçevesinde düzmece değil, gerçekten yolsuzluğa bulaşması nedeniyle hapis cezasına çarptırılmış eski bir başbakan [Ehud Olmert] ve dahası cinsel taciz davasından mahkûm olmuş eski bir cumhurbaşkanı [Moşe Katsav] var. Bu, arızi bir olay değil; vatandaşlar (tabii ki Yahudi olanlar) arasında kanun önünde eşitlik olduğunun bir göstergesi ve aynı zamanda yolsuzluğa karşı şiddetli bir savaş olduğunun bir işareti ki bu savaş, çalışmanın ve dürüstlüğün kendilerinden beklenen yapıcı rolü icra etmesine de imkân sağlıyor.
Bu sayede küçük bir devlet olan İsrail, bizim hastalıklı bütün devletlerimizi mağlup edebildi. Ve yine bu nedenle kanser, hastalıklı ümmetimizin bedenini bütünüyle sarmadan evvel yolsuzluk tümörünü yok etmezsek hiçbir alanda başarılı olamayacağız.
Peki, yolsuzluğa nasıl karşı konabilir? Tabii ki özel alanda eğitimle. Ancak devlet piramidinin en tepesinde yolsuzluğa batmışların bulunması, bir kesimin bu eğitimden kaçtığının veya eğitim alsalar dahi fiiliyatta bundan hiç nasiplenemediklerinin bir delili.
İşte bu noktada hukukun rolü devreye giriyor. Zira hukuk, kamusal alanda ahlakın en önemli koruyucusu. Kim bilir, belki de meşhur şair Ahmed Şevki’nin beyitini “Milletler hukukla kâimdir, hukuk gitti mi milletler de yok olup gider” şeklinde yorumlama zamanı geldi.
Yolsuzluk ve hukuk
Ahlak meselesinin teorik ana çerçevesini artık ortaya koyabiliriz:
- İnsanoğlunun başkalarına zarar vermeden bireylerin ve grupların menfaatlerini garanti altına alacak tutum ve davranışlara dair bir tecrübe hazinesi var. Buna ahlak hazinesi denir.
- İnsanoğlu, grubun aleyhine de olsa kendi bireysel menfaatine ulaşmaktan başka hiçbir şeye önem vermeyen, içgüdüleriyle yetişmiş birçok nesil gördü.
- Bu nesillerin eğitilmesi için ilk savunma hattı, üç kurumdan müteşekkil bir filtre: aile, okul ve cami (kilise veya diğer kültürleri de dikkate alırsak genel olarak mabetler). Bu kurumlar görevlerini yerine getirdiklerinde şunu tekrarlamamız lazım: “Eğitmenlere, öğretmenlere ve vaizlere saygı gösterin”. Onlar olmasaydı toplum, içinde en vahşi ve kötülerden başka kimsenin yaşamayacağı bir orman olurdu.
- Ancak söz konusu filtre çok önemli olmakla birlikte tüm meseleleri tek başına çözemez ve bu noktada ikinci savunma hattı, yani hukuk devreye girer. Hatırlatmak isterim ki yol ortasında insan satmayı, eğitim ve vaazlar sayesinde değil, köleliği yasaklayan kanunlar neticesinde bıraktık. Bu kanunları koyanlar da ailesinde, okulda ve dini kurumlarda iyi eğitim alanlardı.
- Bütün halkların tecrübelerinden hareketle bugün apaçık olan şey şu ki, kitlesel olarak yıkıcı davranışların en büyük nedeni yolsuzluk. Yolsuzluğun ortadan kalkabilmesi de ancak ve ancak (i) son derece katı kanunlar konmasına, (ii) yozlaşmamış özgür bir basın, rüşvetçi hâkimlerden temizlenmiş bağımsız bir yargı ve diğerlerini temizleyen bir güvenlik aygıtı gibi yolsuzluğu açığa çıkarmak için etkili mekanizmalar oluşturulmasına ve (iii) özellikle de farkındalığı yüksek bir sivil toplumun ve bitmek bilmez savaş boyunca gözünü kırpmadan uyanık kalan yozlaşmamış bir siyasi iktidarın varlığına bağlı.
Hukukun rolü tabii ki sadece yolsuzluk meselesiyle sınırlı değil. Genel ahlakın, hiç kimsenin çiğneyemeyeceği kanunlar olmadan, kendi başına düzenleyemeyeceği birçok alan var. Mesela umuma açık alanlarda sigara içmenin yasaklanması, gürültü yapanların ve çevreyi kirletenlerin cezalandırılması...
Ancak ve ancak bu şekilde büyük halkları üreten bütün değerleri, özellikle de kamu yararı için canla başla çalışmayı, adil rekabeti, doğruluk ve dürüstlüğü tekrar canlandırabiliriz.
- “Gerekli tüm kanunlar var olduğu halde yolsuzlukla birlikte diğer yıkıcı davranışlar bizi hâlâ çürütüyor” diyenler olabilir. Onlara cevabım şu: Kanun zorunlu bir şart olmakla birlikte kendi başına yeterli değil. Eğer ki evladınızın Peygamberlerin Peygamberi Rasulullah'ın (SAV) güzel ahlakına uygun şekilde yetişmesini istiyorsanız, ona bir kanunlar listesi hazırlayıp öylece eline tutuşturmamanız, bu güzel ahlakı kendinizin de bizzat yaşayarak bir model ve örnek olmanız lazım.
Kamusal alandaki mekanizma da aynı şekilde işler. Eğer ki devlet başkanları, krallar, prensler, valiler ve üst düzey devlet erkânı ya kendi kanaatleriyle ya da hukuktan duydukları korkuyla vatandaşların önünde bir model olmazlarsa, bizler aynı kısır döngü içinde daha çok dönüp dururuz.
Son olarak, kendisini ve çocuğunu besleyecek parayı bulamayan bir kadının bedenini satmasını ahlaksızlık olarak yargılayamazsınız. Asıl kınanması gereken o değil, toplumdur.
Aç olandan çalmamasını istemeden evvel ona bir ekmek verin.
Cahili cehaleti yüzünden kınamadan evvel, “Ben kime ne öğrettim?” diye kendinize sorun.
Başkalarından ahlaki davranış beklemeden evvel “Ben örnek biri mi, yoksa emirler yağdırmakla yetinen biri miyim?” sorusunun yanıtını verin.
Munsif Marzuki, Tunus eski cumhurbaşkanı, düşünür, siyasetçi ve insan hakları savunucusu. Cumhuriyetçi Kongre Partisi’nin 21 Temmuz 2001’deki kuruluşundan 12 Aralık 2011'e kadar genel başkanlığını yaptı. İsrail'in Gazze'ye yönelik ablukasını delmeyi hedefleyen 3. Özgürlük Filosu'nda yer aldı.
Twitter'dan takip edin: @moncef_marzouki
Bu makalede yer alan görüşler yazara aittir ve Al Jazeera’nin editöryel politikasını yansıtmayabilir.