Devletin resmî ve kadrolu elitlerinin, bilhassa askerî idare dönemlerinde kullandığı söylem, sergilediği tavır ve izlediği politika, içler acısı çelişkiler ve sığlıklarla doludur.
Bir yandan yapılan, aşağı yukarı sadece şudur: Ayrılıkçı fikir ve hareketlerin her gündeme gelişinde birkaç ‘milliyetçi-Atatürkçü-vatansever bilim adamı’ tedârik edip Kürtlerin hangi folklorik özelliklerinden ötürü ne kadar Türk olduklarını, hangi Türk boyundan geldiklerini, Kürtçenin içinde kaç tane Türkçe, kaç tane Arapça, Farsça kelime bulunduğunu, dolayısıyle böyle bir dil olamayacağını, bunun basit bir ‘lehçe’den öteye hiçbir mânâ ifade etmeyeceği yolunda birkaç kitap, broşür yazdırıp on binlerce bastırarak gerekli yerlere dağıtımını yapıp bu değerli ‘hizmet’i yıl sonu faaliyet raporlarına da kaydettikten sonra semereli neticelerini bekleye durmak...
Böylesi değerli(!) ‘hizmet’lerin hiçbir faydası olmadığı ve kimseye tesir etmediği görüldükçe de “Kimsenin aslının neslinin ne olduğu çok mühim değildir, Türk olmak Türküm demekle olur, zaten Atatürk de bunun için ‘Ne mutlu Türküm diyene’ dememiş midir”, hâtimesiyle konuyu kapatabileceğini ve meselenin böylece hâl yoluna girebileceğini zannetmek...
Devletin Kürt/Kürtçe söylemindeki tutarsızlığı
Öbür yandan da meselâ, Millî Eğitim Bakanlığı tarafından neşredilmesine tâ 1939’da karar verilen İslâm Ansiklopedisi’nde şarkiyatçı Viladimir Minorsky’nin yazdığı “Kürtler” maddesini ‘tercüme suretiyle’ aynen korumak... Minorsky’nin tezi, ilgili herkesin bildiği üzere, özetle Kürtlerin ayrı bir kavim ve Kürtçenin ise her üçünden de kelime almakla beraber Türkçe, Arapça ve Farsçadan ayrı müstakil bir dil olduğudur. Minorsky’nin tezini tartışmak benim işim değil, dilci, tarihçi ve etnologların işi; ayrıca konumuz bu tezin doğruluğu yanlışlığı da değil. Konumuz bu ülkedeki devlet cihazının ‘mesele’ addettiği bir mevzudaki tutarsızlığı... Sen devlet olarak bir yandan “Kürtçe diye bir dil yoktur, Kürtlerin aslı da Türktür” diyeceksin, bir yandan da yayımladığın ansiklopedideki ilgili madde aksini söyleyecek.
Klasik (etnik) Türkçülüğün resmî ve gayrı resmî unsurlarıyla bir bütün halinde içine düştüğü çıkmazın esası, ‘Türklüğün’, yani millî kimliğin sahih ve mantıkî esasları hakkında zihnî ve fikrî bir berraklığa ulaşamamaktır. Bu berraklık sağlanabilmiş olsaydı ne Minorsky’nin tezleri bizi rahatsız edebilirdi, ne de devlet organlarının ara sıra gayrete gelip ‘milliyetçi-Atatürkçü-vatansever bilim adamları’na ‘anti-Kürtçü’ kitap ısmarlamalarına lüzum kalırdı.
Tarih, medeniyet ve kültürün eseri olan ‘millet’, orta yerde duruyor; O’na pozitivist-modernist resmî ideolojinin puslu gözlükleriyle değil de çıplak gözle bakmayı deneyebilirsek çâreyi ayân beyân göreceğiz. Millet’in tarihî-kültürel varlığı, birlik ve bütünlükten yana herkesin muhtaç olduğu bilgi ve şuuru da pratik pusulayı da zihnî ve fiilî benliğinde barındırıyor. Üstelik, çoğu zaman yanlış biçimde ‘resmî ideoloji’ ile aynîleştirilen, ancak hâlâ tam anlamı ile ‘deşifre’ edilememiş ‘kurucu irade’ çok başka bir şey söylüyordu. Şimdi bu noktayı biraz açmaya çalışalım.
Yurttaşlık esasına dayalı milli kimlik
1924 Anayasasındaki ünlü 88. Maddede ifadesini bulan ‘Türk’lük tanımı şudur: “Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle Türk ıtlak olunur.”
Bu târif, içerisinden geçilip gelinen tarihî şartlar göz önüne alındığında olağanüstü tutarlı ve isabetli bir kavramlaştırmadır. Millî devlet inşaına girişen Cumhuriyet’in, savaş sürecini sona erdiren bir ‘muahede’nin ardından hazırladığı bu ilk ve son ‘sivil’ Anayasası, ‘millî kimliği’ ırkî, dinî, mezhebî veya kültürel herhangi bir kritere değil, doğrudan doğruya yurttaşlık sıfatına dayandırmıştır. ‘Millî inşa’nın başlangıcında, bundan daha sahih, daha geçerli ve daha kapsayıcı bir kimlik târifi yapılamazdı. Ne var ki, asırlarca sürmüş bir imparatorluk formasyonu ve siyasî hukuktan sonra bu ‘başlangıç’la da yetinilemezdi ve çizilen resme az çok kültürel renkler ve ortak motiflerle daha belirli bir sûret ve şahsiyet kazandırmak kaçınılmaz bir gereklilikti.
Çizilen ‘kimlik’ resmini, imparatorluktan devralınan mirasın beşerî-kültürel dokusuna atıfla bâriz bir toplumsal karşılığı olmayan ‘soyut yurttaş’ın silik ifadesi olarak nitelendirmek haksızlık olur. Fiiliyattaki bazı tercih ve politikalar, ‘soyut yurttaş’ kimliğinin toplumsal-kültürel payandalarını tahkim etme çabası olarak şuurlu ve tutarlı bir anlayışın var olduğunu gösteriyor. Bunların en çok bilinen örneği ‘mübadele’dir. Cumhuriyet, ‘Misak-ı millî’ dışında kalan Araplar hariç, Osmanlı’nın Müslüman teb’asını ‘Türk’ saymış ve Yunanistan’la yapılan mübadeleyi bu kriterle gerçekleştirmiştir. Daha sonra takip edilen ‘muhaceret’ politikası da aynı izden yürümüştür. Bu tarafından bakılınca, kendini en iyi ‘mübadele’ pratiğinde sergileyebilen ‘kurucu irade’ nezdinde, 88. Maddedeki ‘soyut yurttaş’ın tarihî ve kültürel geleneğe uygun ve oldukça ‘somut’ bir kimlikle tasvir edildiği görülecektir.
Kurucu iradenin, ‘soyut’ yurttaş kimliğine ‘somut’ karakter kazandırma çabalarının pratikteki tipik yansımalarından biri de Osmanlı Şeyhülislâmlığından çok daha yaygın bir Diyanet İşleri teşkilâtının kurulması ve en yaygın mezhebin (Hanefîliğin) akâidine teslim edilmesidir. Cumhuriyetin millî inşa sürecinde, eğer ‘homojenleştirme’ye benzer bir örnek aranacaksa bulunabileceği tek hakikî alan burasıdır, ancak bu uygulamada bile temel sâik, farklı din veya mezheplerin asimilasyonu değil, üniter yapının ihtiyaç duyduğu ‘birlik ve bütünlüğü’ bu yoldan da takviye etmek ve laik düzen içinde, çoğunluk baskısına karşı büyük ölçüde serbestleşen mevcut farklılıkları, bu sefer de bizzat devlet eliyle derinleştirmemek eğilimidir.
Soyut yurttaşlığı somutlaştırmak
Laik siyaset ve idare hukukuna yansıtmamak kaydiyle ve fakat hâsıl edeceği neticelerin rahatlıkla öngörülebileceği bu türden ‘adı konmamış’ sessiz sedâsız uygulamalarda da sezilebilen “millî kimliği tahkim” kaygıları, bazı alanlarda daha başka bir tonla ve daha güçlü vurgularla kendini açığa vuruyordu. Bilhassa millî eğitim müfredâtı ve resmî devlet ve siyaset söyleminde kullanılan dilin muhtevası, soyut yurttaşlık olarak sunulan Türk kimliğini, daha ziyade etno-kültürel ve pozitivist-Batıcı temalarla tasvir ederek ‘somut’laştırmayı tercih ediyordu.
Aralarındaki tenakuzlara rağmen, hepsi de samimî biçimde gösterilen bu gayretleri yer yer akamete uğratan da büyük ölçüde, bu inşa sürecinde gittikçe daha fazla öne çıkan ‘memur inkılapçılığı’ ve bütün Avrupa’yı etkisi altına alan ‘şovenizm’ dalgasıdır. Son derece doğru bir noktadan yola çıkan ‘kurucu irade’, sonraki yıllarda, ‘zamanın ruhu’ndan yayılan sersemletici ve saptırıcı etkilere kısmen açık olmuştur. Bu etkilerin arka yüzünde, bir taraftan da Şeyh Said, Ağrı ve Dersim isyanlarının telkin ettiği hassasiyetleri görmemek imkânsızdır.
Her şeye rağmen, başlangıçta 88. Maddeyle yapılan tanıma uygun kapsayıcı bir teorik tasarım ve onun siyasî dili geliştirilebilmiş ve bunda ısrar edilebilmiş olsaydı yukarıda zikredilen fuzulî gayretlere, yani ‘yok sayarak dâhil etme’ çıkmazına yine lüzum kalmazdı.
Kurucu iradenin, l920’li ve 30’lu yılların resmî ideolojisine damgasını vurduğunu söylemek ne kadar kolaysa daha ziyâde Millî Şef iktidarının temsil ettiği resmî ideolojinin ‘kurucu irade’ye sâdık kaldığını söylemek de o kadar zordur. Bilhassa, 27 Mayıs’dan başlayarak kendisine sık sık ‘kesinti’ görevi çıkaran askerî müdahale dönemleri ise ‘kurucu irade’den gittikçe bağımsızlaşan ve sadece ‘kurucu’nun isminden her gelenin kendi yeteneği ve hevesine uygun bir ‘iktidar’ ürettiği ‘resmî ideoloji’ kabarmalarıdır.
Adına, mecburiyetten ‘Kemalizm’ veya ‘Atatürkçülük’ denilen bu ‘üniformalı iktidar ideolojisi’, ‘kurucu irade’den ciddî bir ‘sapma’ olarak görülmelidir. Bu ‘ideoloji’, kendisini resmiyete taşıdıkça ve meşrûiyetini sadece ‘resmiyet’inden devşirdikçe kurucu iradenin murad ettiği her şeyden biraz daha kopmuştur. Gerçi, 1924 Anayasasındaki o ünlü 88. Madde, daha sonraki cunta anayasalarının tamamında lâfzen de olsa yer almıştır; ama, ‘kurucu irade’nin esas muradı olan millî inşâ henüz tamamlanmadan, kendini önce Yunan klasiklerine, sonra ‘küçük Amerika’ya’, onun peşinden de Avrupa Birliği’ne hasreden ‘resmî ideoloji’nin görüş mesafesi içine hâlâ girebilmiş değildir.
Birinci yazı: Siyaset, Milliyetçilik ve MHP
İkinci yazı: Etnik Türkçü milliyetçiliğin çıkmazı
Mustafa Çalık, 1956’da Gümüşhane’de doğdu. 1978 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal bilgiler Fakültesi’nden mezun oldu. 1980-89 arasında DPT’de uzman olarak çalıştı. 1985-87 yılları arasında ABD’de Denver Üniversitesi GSIS’de Milletlerarası Politika alanında yüksek lisans yaptı. 1981’de Mülkiye’de başladığı siyaset ilmi doktorasını, MHP Hareketi’nin Siyasî Sosyolojik ve Kültürel Kaynakları başlıklı bir tez savunarak 1992 yılında tamamladı.1989’dan beri Türkiye Günlüğü dergisinin Genel Yayın Müdürlüğü’nü yürütmektedir.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Al Jazeera'nin editöryel politikasını yansıtmayabilir.