Barack Obama başkanlıkta geçirdiği sekiz yılın ardından görevi çok farklı bir isme Donald Trump’a bırakıyor. Duygusal veda konuşması için Chicago’yu seçmiş olması tesadüfi değil: Obama bu şehrin yer aldığı Illinois eyaletinin senatörü olarak siyasete girmişti. Daha sonra Boston’da Senato’daki ilk dönemi dolmadan 2004’de Demokrat Parti Kongresi’nde yaptığı başarılı konuşma 2008’de başkanlık adaylığının önemli kilometre taşlarından biri oldu. Bu konuşmasında ve seçim kampanyası boyunca Obama’nın temel sloganı “değişim” ve “ümit” oldu.
Dünya kamuoyunda da, özellikle İslam dünyası ve Orta Doğu’da Obama’nın seçilmesi büyük bir coşku uyandırmış, değişim ümitlerini alevlendirmişti. Obama Amerikan halkına söz verdiği gibi Afganistan ve Irak’taki askeri varlığını azaltmayı başarmış ve yeni bir askeri maceradan uzak durmuş olsa da geride daha karışık bir Orta Doğu, güçlenmiş bir Rusya ve mezhepçi politikasıyla nüfuz alanını giderek genişleten bir İran bıraktı. Özellikle Suriye’de izlediği pasif tavır nedeniyle Suriye’deki iç savaşın uzamasının güçlendirdiği IŞİD terörizmi ve mülteci krizinin de tetiklediği süreçte Avrupa’da İslam karşıtı aşırı sağcı partiler giderek güçlendiler. İslam dünyasında radikalizm ve siyasi şiddet, Batı dünyasında ise İslam düşmanlığı Obama dönemine denk düşen yıllarda hız kesmedi, aksine artış gösterdi. Kendi ülkesinde yerini seçim kampanyasını İslamofobik bir söyleme oturtan, Müslümanların ülkeye girişini yasaklamayı vadeden bir aday ABD başkanı seçildi.
Vaatler ve gerçekler
Obama Afganistan ve Irak felaketlerinin ardından Amerikan imajının dibe vurduğu bir dönemde başkanlık koltuğuna oturdu. İslam dünyası, Kenyalı Müslüman bir babanın oğlu olan, çocukluğunu Endonezya’da geçiren ve ismi Barack Hüseyin olan bir genç liderin başkanlığa gelişini temkinli bir sevinçle karşıladı. Obama Senato’da Irak savaşına karşı oy kullanan nadir senatörlerden biriydi; seçim kampanyası boyunca Guantanamo hapishanesinin kapatılması, Irak ve Afganistan'dan Amerikan askerlerinin çekilmesi ve İran'la nükleer krizi çözmek için müzakere sürecinin başlatılması sözlerini vermişti.
Seçimden hemen sonra bölgesel diplomaside önemli adımlar da attı. İlk resmi ziyaretini 2009’da Türkiye'ye gerçekleştirdi. TBMM’de yaptığı konuşmasında, bu ziyaretine büyük anlam yüklendiğini ve bir mesaj taşıyıp taşımadığının sorulduğunu, bu soruya cevabının ise, "Evet!" olduğunu vurgulu bir şekilde Türkçe olarak söyledi. Daha sonra Mısır'da üniversite öğrencilerine hitap ederek, tarihi bir konuşma gerçekleştirdi. Konuşması boyunca Obama, Orta Doğu’da insan ve kadın haklarından, ekonomik fırsat eşitsizliğinden ve demokrasiden bahsetti. Mısırlı gençler nezdinde bütün Orta Doğu’ya güçlü bir şekilde şu mesajı verdi: “Eğer siz demokrasi ile yönetilmek istiyorsanız, biz buna engel olmayacağız ve destekleyeceğiz.” Mısırlı gençler karşılarında gördükleri göçmen çocuğunun ulaştığı başarıya ancak demokrasi sayesinde ulaşmış olduğunu biliyorlardı. Bunu kendileri de yapabilirlerdi.
Kuşkusuz ABD’den Orta Doğu’da demokratikleşme doğrultusunda gerekli destek geldi. 2011'de başlayan halk isyanlarında Washington, Orta Doğu’daki diktatörleri destekleme yönündeki geleneksel Amerikan politikasından uzaklaşarak Arap Baharı’na sahip çıktı. Obama’nın başkanı olduğu Amerika’nın Tunus, Mısır ve Libya’da otuz, kırk yıllık diktatörlerin devrilmesinde verdiği destek kritikti. Ancak demokratikleşme diktatörlerin devrilmesinden ibaret bir süreç değildi. Obama yönetimi, bu ülkelerdeki yönetici değişikliklerine desteğini İkinci Dünya Savaşı sonrasında Avrupa’yı ekonomik açıdan canlandıran Marshall Planı’na benzer kapsamlı bir ekonomik ve siyasi yardım programıyla bütünleştiremedi. Bu konuda geniş bir uluslararası çabaya da öncülük etmedi.
Nitekim çok geçmeden bir çok ülkede demokratik isyanların yerini iç savaş süreçleri alacaktı. Mısır'da seçimle işbaşına gelmiş ilk Cumhurbaşkanı Mursi bir askeri darbe ile devrildi. Bu darbe, Amerika’nın bölgedeki müttefiklerinin, Obama yönetimine rağmen sağladıkları açık destekle gerçekleştirildi. Orta Doğu’da demokratikleşme sürecini destekleyen Türkiye Mısır’daki darbeye karşı çok net tavır alırken, Amerikan yönetimi realpolitik gereği darbe sonrasında kurulan yeni rejimi tanımakta ve ilişkileri devam ettirmede gecikmedi.
En yıkıcı etki Suriye’de
Ancak bunların hiçbiri Amerika’nın Suriye krizindeki tutumu kadar uzun vadeli ve yıkıcı etkiler bırakmadı. Suriye halkı tıpkı Tunus ve Mısır’da olduğu gibi başlarındaki diktatörü devirmek için harekete geçmişti. Halk isyanları rejimin sert silahlı direnişiyle karşılaştı ve giderek bir iç savaş halini aldı. Obama, Suriye’de kendisine bir dış politika doktrini olarak belirlediği müdahalesizlik doktrinini en kararlı biçimde uyguladı. Hatta bizzat belirlediği kırmızı çizgilerin Esad rejimi tarafından ihlal edilmiş olmasına rağmen askeri müdahale opsiyonuna karşı çıktı. Bunun yerine rejim muhalifi ılımlı gruplara kısıtlı eğitim ve silah desteği sağlamayı seçti.
Irak'taki Şii hükümetin baskılarının ve Suriye'deki krizin uzamasının getirdiği ortamda ortaya çıkan ve güçlenen IŞİD terör örgütüne karşı da Amerikan yönetimi kapsamlı bir kara müdahalesi yerine, etkisiz hava saldırıları ve karada PYD/YPG güçlerini kullanarak mücadele etme stratejisini tercih etti. Obama IŞİD’in Amerikan çıkarları açısından varoluşsal bir tehdit olmadığına ve örgütü yok etmek için yapılacak bir askeri müdahalenin Orta Doğu’daki radikalizmi daha da tırmandıracağına inandı. Bütün bu ortamda Rusya Suriye’de terörizm gerekçesini de kullanarak Esad’ın yardım çağrısını kabul etti ve Suriye'ye yerleşti. Bu müdahale Esad’ın yeniden askeri ve siyasi üstünlük kurmasını sağladı. Rusya hiçbir ciddi saldırı düzenlemediği IŞİD’in varlığını kendi askeri gücünü konsolide etmek için kullandı.
Orta Doğu'dan bakıldığında, İran dışındaki ülkeler açısından, Başkan Obama'nın geride bıraktığı Orta Doğu'nun devraldığı Orta Doğu'ya nazaran, çok daha güvensiz ve potansiyel olarak bütün bölgeye felaket getirecek mezhebi çatışma ortamına sahip olduğu ileri sürülebilir.
İsrail ise Filistin çözüm sürecinin durmasından, başta Mısır olmak üzere, Arap demokratikleşme sürecinin akamete uğramasından ve Suriye'nin parçalanmasından dolayı memnun olsa da, İran nükleer anlaşmasını engelleyemediği için Obama yönetimine öfkeli durumda. Ayrıca Obama yönetiminin Filistin’deki yerleşim merkezleri konusundaki kınama kararını BM Güvenlik Konseyi’nde veto etmemesi İsrail’i son derece öfkelendirmiş durumda.
Suudi Arabistan İran’ın güçlenmesinden dolayı Obama yönetimine büyük öfke duyuyor ve hızlı bir şekilde silahlanıyor.
Türkiye ile tarihin en sıkıntılı dönemi
Obama döneminde Türk-Amerikan ilişkileri de tarihin en sıkıntılı dönemini yaşıyor. Başlangıçta her konuda anlaştıkları bir model bir ortaklıktan bahsedilirken, Türkiye kendisinin bölgesel demokratikleşme ve terörizm konusunda yalnız bırakıldığını düşünüyor. 15 Temmuz darbe girişimi kuşkusuz bu gerilimin en önemli nedeni. ABD’nin Suriye’de Türkiye’yi yalnız bırakması, PKK ile bağlantılı PYD/YPG’ye kritik destek sağlaması, Türkiye’nin Rusya ile yakınlaşmasına neden oldu. Kısacası bölgede Obama’nın İran dışında memnun edebildiği bir başka ülke bulunmuyor.
Ulusal çıkarları temel alan realist bir perspektiften bakıldığında, Obama yönetimi Amerikan dış politikasının yeniden rasyonel temellere oturtulması açısından başarılı bir revizyon dönemi olduğu söylenebilir. Amerika’nın İsrail, İran ve Suudi Arabistan’la ilişkileri rasyonel temeller üzerinde yeniden tanımlanmalıydı ve bu bir ölçüde sağlandı. Amerikalı realistler uzun süredir İran tehdidiyle başetmenin en etkili yolunun bu ülkenin askeri tehditler yoluyla köşeye sıkıştırılması değil, diplomatik açılım yoluyla küresel ekonomiye entegre edilmesiyle sağlanabileceğini savunuyorlardı. Bölgedeki Amerikan askeri varlığının azaltılması, masraflı askeri müdahalelerden kaçınılması, kendi halkını Amerika’nın sebep olmadığı ve çözemeyeceği sorunlardan uzak tutmuş olması, Obama yönetiminin başarısı olarak görülebilir. Yine Küba ve Myanmar’la ilişkilerin normalleştirilmesi başarı hanesine eklenebilir.
Ancak bütün bunları herhangi bir Amerikalı başkan da başarabilirdi. Sahip olduğu imaj, entellektüel birikim ve etnik geçmişi açısından Obama’dan beklenen çok daha köklü, paradigmatik bir dönüşüm ve başarıydı. Bu avantajlarını kullanarak, ekonomik kalkınma ve demokratikleşme açısından sistematik bir şekilde dışarıda bırakılmış coğrafyalarda, Afrika, Orta Doğu ve İslam dünyasında bir büyük dönüşüme liderlik edebilirdi. Obama başlangıçta bu konuda belki çok erken adım attı, ancak adımını hemen geri çekti ve realpolitiğe teslim oldu.
Obama bir büyük dönüşüme liderlik ederek tarihe geçmek yerine, düşük riskli başkanlığı tercih etti. Arkasında Irak Savaşı gibi doğrudan sorumlu görülebileceği kötü bir hatıra bırakmamayı yeterli görmüş olabilir. Ancak Amerika’nın sahip olduğu muazzam askeri ve siyasi güç kendisine çok daha büyük sorumluluklar yüklüyordu. Suriye gibi bir insanlık faciası karşısında hiçbir şey yapmamış olmanın getirdiği mahcubiyet hissinden bundan sonraki hayatı boyunca kurtulamayacak. Müslüman etnik geçmişe sahip ilk ve belki de bu neslin görebileceği tek Amerikan başkanı olarak Obama, hem Amerika hem de İslam dünyası için kaçırılmış bir fırsat olarak anılacak.
Doç. Dr. Hasan Kösebalaban, İstanbul Şehir Üniversitesi İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler öğretim üyesi. Aynı zamanda Five Colleges, Inc. (Amherst, Massachusetts) araştırma görevlisi.
Twitter’dan takip edin: @hkosebalaban1
Bu makalede yer alan görüşler yazara aittir ve Al Jazeera’nin editöryel politikasını yansıtmayabilir.