2012 yılında, Suriye Baas rejiminin o dönemdeki sözcüsü Cihad Makdisi, kitle imha silahlarının kullanılmayacağına ilişkin güvence verirken aslında Suriye’nin kitle imha silahlarına sahip olduğuna ilişkin ilk resmi itirafı da gerçekleştirmişti. Dahası, Makdissi Suriye’nin sahip olduğu bu silahları, kimyasal harp yetenekleri ile de sınırlandırmamıştı. 2013’te, dönemin ABD Ulusal İstihbarat Direktörü James Clapper Suriye’nin sadece kimyasal değil, biyolojik harp faaliyetlerinin de yakından izlendiğini açıkladı.
Rejim, 2013’te gerçekleştirdiği kimyasal saldırıların ardından, özellikle ABD’nin askeri baskısı ve Rusya’nın diplomatik arabuluculuğu ile bir silahsızlanma anlaşması yaparak Kimyasal Silahlar Sözleşmesi’ne taraf olsa da, bugün yükümlülüklerini yerine getirmediğine ilişkin inkar edilemez hususlar mevcut.
Ancak Suriye’deki tek sorun kimyasal silahlar değil. Baas rejiminin Kimyasal Silahlar Sözleşmesi’ni ihlalinin yanı sıra, biyolojik harp programı ve balistik füze envanteri de yeni savaş suçlarını beraberinde getirebilecek, acilen ele alınması gereken konular arasında. Hatta, Esad güçlerinin son dönemde kullandığı, ortamdaki oksijeni emen ve çok yüksek sıcaklıkta uzun süreli patlamalara neden olan termobarik silahların da izlenmesi gerekiyor.
İdlib’de kimyasal silah kullanılması ne anlama geliyor?
Baas rejiminin İdlib’deki son kimyasal saldırıları da aslında beklenmeyen bir gelişme değil. Öncelikle, özellikle 2016 sonunda Halep’te gerçekleştirilen kimyasal saldırılardan elde edilen istihbarat verileri, rejimin kimyasal harp silahları için atış vasıtası olarak kullanılan mühimmatlarda teknik açıdan önemli bir yol kat ettiğini gösteriyor. Baas güçleri Rusya ve İran’ın askeri desteği sayesinde hava kuvvetleri unsurlarını uçar vaziyette tutmayı da başardı.
Ayrıca, rejim kimyasal silahsızlanma anlaşmasına rağmen klor-türevi kimyasal ajanları kullanmayı sürdürdü, ancak uluslararası toplumdan yeterli tepkiyi almadı. Daha açık söylemek gerekirse, Baas elitleri, etkisi haftalarca süren ve yüksek dozlarda kullanıldığında yerleşimleri haritadan silebilecek VX gibi stratejik bir kimyasal harp silahı kullanmadıkları sürece ‘cezalandırılmayacaklarını’ algılıyor (Suriye’nin kimyasal silah yeteneklerini yakından takip eden bazı İsrailli uzmanlar çok önemli bir VX stokunun denetimden kaçırıldığını düşünüyor). Örneğin, son dönemde rejime yakın sosyal medya hesapları, meskûn mahallerde TOS-1A gibi termobarik silahların kullanımına ilişkin görsel paylaşımlarda bulunmaktan çekinmiyor. Baas güçleri bu tip silahları Fırat Kalkanı Harekatı’na katılan kuvvetlerin sadece birkaç kilometre yakınında bulunan Tadif’te de kullanmışlardı.
Son olarak, Baas güçlerinin kimyasal silah geçmişi, özellikle personel sıkıntısı çekilen durumlarda ve riskli bölgelerde bu yola başvurulduğunu gösteriyor. Rejim, ülke içinde tam kapasitede birkaç cephe açabilecek personelden yoksun. Son dönemde özellikle Hama çevresindeki operasyonlar ve Kuveyres Üssü’nü merkez alan tahkimat dolayısıyla rejimin İdlib’e ayıracak, güvenilir nitelikte yeterli kuvveti yok.
Kimyasal silahların ötesinde: Biyolojik harp kapasitesine ilişkin ne biliyoruz?
İç savaşın altıncı yılında, ana gündemimiz gelecekte Suriye’nin nasıl bir sistemle ve hangi güç paylaşım esaslarına dayalı olarak varlığını sürdüreceği üzerine kurulu. Ancak bunlardan daha önemlisi, kendi toplumu üzerinde balistik füzeler ve kimyasal harp yeteneklerini kullanmaktan çekinmeyen bir devletin biyolojik harp kapasitesine dokunulmamış, gündeme dahi getirilmemiş olması.
Esasen Baas rejimine bir silahsızlanma anlaşması ile çıkış yolu açmak doğru bir politika tercihi değildi. Yine de, askeri seçenek dışında kalan en iyi opsiyon, Suriye’nin silahsızlanmasını kimyasal harp programı ile sınırlı bırakmadan, Irak için öngörülen Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi 687 sayılı kararı benzeri bir çerçeve ile kimyasal ve biyolojik harp programlarını ve belirli bir menzilin üzerindeki balistik füze envanterini devre dışı bırakmak idi.
Mevcut durum, Baas rejiminin destekçisi konumunda bulunan ülkeler için de bir risk faktörüdür. Zira, rejimin biyolojik harp programı üzerindeki kontrolünün bir garantisi yok ve patojenler –hastalığa neden olan organizmalar– insanların aksine, siyasal mülahazalarla hareket etmezler. Baas rejiminin hâlâ Biyolojik Silahlar Sözleşmesi'nin sadece imzacısı konumunda bulunması, yani resmen onaylamamış olması kabul edilebilir değildir.
Unutulmamalıdır ki bu rejim, kimyasal silahlarla ilgili uluslararası düzenlemeye de insancıl saiklerle değil, ABD'nin askeri yaptırım tehdidi ve Rusya'nın diplomatik baskısı sonucu katılmıştır. Dolayısıyla biyolojik silahlarla ilgili tasarrufunun egemen bir devlet gibi ele alınması da gerçekçi değildir. Açıkçası bu konuda üst düzey uluslararası hukuk hassasiyeti gösterebilecek herkesin, aynı hassasiyeti Baas rejiminin savaş suçları hakkında da göstermesi beklenecektir.
Biyolojik harp faaliyetleri nasıl izlenir?
Biyolojik harp programlarının takip edilmesi hassas bir istihbarat çalışması gerektirir. Baas rejiminin biyolojik harp faaliyetleri askeri üslerde değil, rejime bağlı sağlık kuruluşlarının aşı programlarında, veterinerlik ve zootekni araştırmalarında, rejim kontrolünde bulunan üniversitelerin mikrobiyoloji, ziraat mühendisliği, genetik mühendisliği gibi bölümlerinde “sinsice gizlenir”. Biyolojik harp programları, uzman personele bağımlıdır. Dolayısıyla ilgili bölümlerde üst düzey çalışma yürütmüş kişilerin, özellikle de rejimin bilimsel araştırma merkezi CERS (Centre D'Etudes et de Recherches Scientifiques) bünyesinde görev yapmış personelin mutlaka kontrol altında bulundurulması gerekir.
Bazen biyolojik harp faaliyetleri yürütülen tesislerde yaşanan kazalar yakın çevredeki popülasyonun olağandışı seyir ve yoğunlukta hastalanması ile sonuçlanabilir ve bir ipucu verebilir. Örneğin, Sovyetler Birliği'nin biyolojik harp programı olan Biyopreparat bünyesinde görev yapmış olan Kazak asıllı mikrobiyolog Kanathan 'Ken' Alibek, 1979 yılında Yekaterinburg'da yaşanan şarbon vakalarına dönemin biyolojik harp altyapısında meydana gelen bir kazanın neden olduğunu belirtir.
İç savaş koşullarının tüm acımasızlığı ile sürdüğü Suriye'de yukarıdaki gibi olağandışı vakaları, Dünya Sağlık Örgütü'nün tüm çabalarına karşın, izlemek zor. Bununla birlikte, 2015’teki kolera salgını gibi şüphe çeken durumlar mevcut. Salgının, Irak'ta doğarak Suriye'ye geçtiği söylense de, iki ülke arasında popülasyon geçişkenliği çok yüksek. Ayrıca, birçok açık-kaynaklı istihbarat raporu Suriye biyolojik harp çalışmalarının sıklet merkezinin kolera ve şarbon ile biyo-toksin segmentinde botulinum ve risin olduğunu belirtiyor. Elbette, 2015 salgınının Suriye’nin biyolojik harp faaliyetleriyle ilişkilendirilebilmesi için salgına ilişkin yeterli veri toplanması, patojenin tespiti (‘suş’ yani farklı genetik alttür grupları açısından) ve rejimin kolera için hangi mutasyonlar üzerinde çalıştığı bilinmeli. Günümüzde ABD Hastalık Korunma ve Kontrol Merkezi (CDC) tarafından yapılan tasnifte "B grubu" bir tehdit olarak sınıflandırılan kolera, askeri amaçlarla en son Japon İmparatorluk Kuvvetleri’nin kitle imha silahlarından sorumlu 731. Birimi tarafından Mançurya'da kullanılmış ve binlerce sivilin ölümüne neden olmuştu.
Elimizde endişelenmeyi gerektirecek başka veriler de var. Bunlardan ilki, Baas rejiminin biyolojik harp programı kapsamında Tularemi, Şarbon ve Veba gibi A-Kategorisindeki tehditlerle ilgilendiğini değerlendiren çalışmalar. İkinci olarak, Şam’ın Kuzey Kore ile savunma işbirliğinin stratejik seviyede sürüyor olması. Kuzey Kore, kimyasal ve biyolojik harp konusunda dünyanın en tehlikeli ülkesi. Envanterinde, Dünya Sağlık Örgütü tarafından eradike edildiği, yani kökünün kazındığı ilan edilen Çiçek Virüsü (Variola) bulundurduğuna ve daha dayanıklı hale getirmek için genetik çalışmalar yaptığına ilişkin birçok açık-kaynaklı rapor bulunuyor. Dahası, Kuzey Kore ile Suriye arasındaki işbirliğinin çiçek virüsünü kapsadığını düşünen uzmanlar var. Sovyetler Birliği’nin çiçek virüsünü biyolojik harp silahı haline getirmede önemli başarılar elde ettiği bugün biliniyor.
Stratejik silah sistemleri sorunu
Bugün Baas rejiminin Rusya ya da Çin ile bir balistik füze anlaşması yapmasının önünde bir engel yok. Nitekim, geçtiğimiz Şubat ayında Moskova ile Şam arasında 50 adet SS-21 taktik balistik füzenin teslimatı basına yansımıştı. Halihazırda, rejimin elinde daha uzun menzilli füzeler de var.
Peki, yüzlerce kilometre menzile sahip bir balistik füzenin, şarbonla teçhiz edilmiş biyolojik harp başlığı taşıması ne anlama geliyor? Kötü senaryoda, aerosolizasyon yoluyla yeterince şarbon sporu ile temas eden ilk popülasyonun hemen tamamının hayatını kaybetmesi beklenir. Biyolojik harbin en kritik dezavantajı, silahın bir organizma ya da toksin olması dolayısıyla çevresel faktörlere duyarlı olmasıdır. Şarbon, gün ışığı dahil olmak üzere, çevresel faktörlere dayanıklıdır. Dünya Sağlık Örgütü’nün 1970’te yayımladığı bir rapora göre, şarbonun biyolojik harp silahı olarak kullanıldığı durumda, tedavi edilmeyen vakaların %70-80’i hayatını kaybedecektir.
Anlatılanlar birçoklarına bilim-kurgu gibi gelebilir. Ancak, Suriye’nin 2005’te yaptığı füze denemesinin, ki bir füzenin parçaları da Hatay’a düşmüştür, kitle-imha harp başlıklarının belirli bir irtifada infilak ettirilmesi (air-burst) testi olduğu değerlendirilir. Bu füzelerden biri yaklaşık 700 km menzile sahip bir Scud-D’dir, kimyasal ve biyolojik harp başlıkları taşıyabilir ve Suriye-Kuzey Kore işbirliği ile modernize edilmiştir.
Ne yapılmalı?
Orta Doğu, Baas rejimleri ile stratejik silahların olabilecek kötü kombinasyonlardan biri olduğunu trajik biçimde tecrübe etmiştir.
Suriye’nin geleceği tartışmalarında oluşturulacak düzenin siyasal nitelikleri kadar, askeri kapasitesinin nasıl sınırlandırılacağı da mutlaka masada olmalıdır. Suriye’nin biyolojik harp kapasitesini korumasına, bugün sahip olduğu balistik füze envanterini sürdürmesine kesinlikle izin verilmemelidir.
Ayrıca, rejimin kimyasal silahsızlanma kapsamındaki uluslararası hukuki yükümlülüklerini yerine getirmesinin sağlanması gerekiyor. Bunun için konuya obsesif bir iyimserlikle bakan silahsızlanma uzmanlarına değil, siyasi iradeye ve zorlayıcı tedbirlere gereksinim var. Aksi halde kaybedilen şey yalnızca birçok masum sivilin hayatı değil, aynı zamanda uluslararası toplumun bir yüzyıl önce Cenevre Protokolü ile edindiği kazanımlar olacaktır.
Yrd. Doç. Dr. Can Kasapoğlu, Ekonomi ve Dış Politika Araştırmaları Merkezi (EDAM) Savunma Analisti.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Al Jazeera'nin editöryel politikasını yansıtmayabilir.