1979 İran İslam Devrimi’nin temel iddiası, sahip olduğu mesajın sadece İslam dünyasıyla sınırlı olmadığı, hatta belki de tüm dünyayı kapsayan evrensel bir özellik taşımasıydı. Onlara göre sosyalizm, liberalizm başta olmak üzere bütün ideolojiler insanlığı felakete götüreceği için tek kurtuluş yolu Şii/İslami kurallara dayanan bir düzen kurulmasıydı. 1979 devrimini ve kurdukları devleti de bu doğrultuda ilk adım olarak görüyorlardı. İran devrimi “dünyadaki manevi buhranlara” son verecek, insanlığın “hakiki kurtuluş yolunu” çizecekti. Devrimci kadro bu iddialarını Şii teolojisindeki mehdeviyet inanışıyla temellendiriyordu. Onlara göre, İran devrimi ve akabinde kurulan İslam Cumhuriyeti, Mehdi’nin gelişini hazırlayan ve o doğrultuda gerçekleşen bir toplumsal kurtuluşun umudunu simgeliyordu.
Devrimci kadro, kendilerini müstesna bir dava sahibi olarak gören kurtuluşçu söylemlerini hayata geçirmek için Şii din adamlarını merkeze alan İslam Cumhuriyeti adını verdikleri bir devlet sistemi tasarladı. Bu devlet, sadece İran toplumunun sorunlarını çözmekle kalmayacak, bütün insanlığa örnek olacaktı. Ancak İran toplumu kısa sürede bu iddiaların doğru olmadığını anladı.
İran devrimi, 1979’da vadettiği hiçbir şeyi gerçekleştiremedi. 1979’da halk Şah diktatörlüğüne karşı daha özgür, adil ve demokratik bir düzen için isyan etmişti. Fakat gelinen noktada toplum açısından İran rejimi şiddet, yoksulluk, baskı, adaletsizlik ve devleti baştan sona kapsayan fesadı simgeleyen bir yönetim modeliyle özdeşleşmişti.
İran toplumu 1979 devriminin akabinde kurulan rejimin ne ideal insan ne de ideal toplum hayallerini gerçekleştirebilecek imkânı olmadığını anlasa da, İslam dünyasında özellikle Ortadoğu’daki halkların önemli bir bölümü İran’a yeni bir umut gibi bakıyordu; İran toplumunun değişim isteklerini ve gerçekleşen toplumsal hareketleri “Batı komplosu” olarak değerlendiriyor ve onu anlamaktan uzak duruyordu. Başka bir ifade ile İran devrimi, ülke içinde bütün umutları yok etse de Ortadoğu’da çekiciliğini koruyordu.
Suriye krizi ve yok olan umutlar
Suriye krizi bölgedeki İran’a yönelik bu algıyı yerle bir etti. İran kazandığını iddia etse de, 1979 İran devrimine yönelik umutları da yok etti. Ortadoğu açısından bakıldığında Suriye krizi aslında İran devriminin cihanşümul iddialarının ve muhtemel toplumsal meşruiyet olanaklarının yok olduğu bir süreçtir. Suriye krizi, İran rejiminin iddia ettiği ahlaki üstünlüğünü çürütmüş ve onu mezhepçi-milliyeti bir sloganla kazanılması imkânsız bir jeopolitik çatışmaya sürüklemiştir.
Bu noktada İran’ı bölgedeki süreçlerde kazançlı göstermeye dönük yorumlar, ciddi şekilde tartışılmalıdır. Öncelikle İran'ın etkin olduğu Irak, Suriye ve Yemen gibi ülkeler bir iç savaşın içindedir. Bu iç savaşın neyle sonuçlanacağı ve ne zaman biteceği de belli değildir. İran bu ülkelerde varlığını devam ettirmek için tüm diplomatik, askeri, ekonomik ve siyasi imkânlarını seferber ediyor, fakat bu seferberliğin İran’a güvenlik ve refah sağlamadığı da ortada.
İran, iç istikrarı olan, güçlü ve kendisiyle iyi ilişkisini koruyan bir Suriye istiyor. Ancak Arap Baharı, İran’ın en yakın müttefikini kısa sürede bitmesi imkânsız görünen etnik, mezhepsel, dinsel ve siyasal bir iç savaşa sürükledi. Esed’in “Salgın Hastalık” adını verdiği halk hareketlerinin Suriye’de ortaya çıkışı, İran’ın Suriye’deki kaybının başlangıcı sayılabilir. Suriye’deki iç savaş, bir taraftan Beşar Esed’in siyasi geleceğini tartışmalı hale getirirken, bir taraftan da Suriye’nin siyasal enerjisini tüketiyor.
İran'ın Ortadoğu'da giriştiği bu çatışmaların kısa sürede bitmeyeceği de açık. Ekonomik krizin eşiğinde olan İran’ın bu yükü ne kadar uzun süre taşıyabileceği de önemli bir diğer soru işaretini oluşturuyor.
İran, Sünni Arap toplumunu büyük oranda kaybetti. Bugün itibariyle Arap ülkeleri İran'ı en öncelikli sorun ve tehdit olarak görüyor. Bu algı sadece Arap seçkinleriyle de sınırlı değil, Arap kamuoyunda da İran karşıtlığı büyüyor. İran, bugün Araplar açısından sadece ideolojik değil, aynı zamanda jeopolitik de bir tehdit olarak görülüyor. İran'ın mezhepçiliği bugün Arap devletlerinin hem rejimlerini hem de toprak bütünlüklerini tehdit ediyor.
İran’ın bölgesel jeopolitik ihtirasının Irak, Suriye ve Yemen gibi Arap devletlerini yanık bir toprağa çevirdiği açıktır. Bu açıdan bakıldığında, İran oluşmakta olan yeni Arap kimliğinin ötekisine dönüşüyor. Bunun İran açısından nasıl tehlikeli sonuçları doğuracağını öngörmek zor değil.
Ne İran ne Hizbullah
İran, Arap devletlerini İsrail karşısında teslimiyetle suçluyordu ve kendisini Filistinlilerin en sadık ve büyük hamisi olarak gösteriyordu. İran'ın bu iddiası, Arap toplumunda İran'a yönelik olumlu bir hava oluşturuyordu. İran destekli Hizbullah ve Hasan Nasrullah da Arap kamuoyunda ciddi bir saygınlığa sahipti. Suriye krizi İran'ın bu iddiasını da elinden aldı. Başka bir ifade ile Suriye krizi, İran eksenli İsrail karşıtı “direniş hattını” da dağıttı.
İran, nüfusun yüzde 70’ini Sünnilerin oluşturduğu Suriye’de toplumun önemli bir bölümü tarafından düşman gibi görülüyor ve ülkedeki katliamların ortağı gibi algılanarak ahlaki olarak da sorgulanıyor. “La İran-La Hizbullah” (Ne İran ne Hizbullah) sloganları gösteriyor ki, Esed sonrası Suriye’de İran’ın yeri çok tartışmalı olacaktır.
Hizbullah, Suriye savaşına doğrudan müdahil olarak kendi kaderini Esed’e bağlayarak düşman sayısını artırdı, bunun sonucunda Arap ve Lübnan toplumundaki saygınlığı da sarsıldı. Hasan Nasrullah Arap toplumunun en sevilmeyen kişileri arasına girdi. Durum sadece bununla sınırlı kalmadı, Sünni Arap toplumu Hizbullah ve Hasan Nasrullah’ı düşman ilan etti.
Bu süreçte İran’ın Filistin üzerindeki nüfuzu da azaldı. İran, Filistin Kurtuluş Örgütü ile iyi bir diyalog içinde olmadığı için Filistin siyasetini HAMAS üzerinden gerçekleştiriyordu. Suriye krizinin HAMAS-İran ilişkisini zedelediği de açık.
Şii-Sünni çatışmasının mimarlarından
İran, aynı zamanda bölgemizde gün geçtikçe tırmanan Şii-Sünni çatışmasının mimarlarından ve taraflarındandır. Şii/Sünni çatışması, İran'ın cihanşümul iddialarını sorgulamakla birlikte onu derin ve çok boyutlu jeopolitik sorunlar içinde bırakmıştır. Söz konusu çatışma Ortadoğu siyasetinin mahiyetini, şeklini değiştirmiş ve bölge dengelerini yeniden altüst etmiştir. İran, Şii-Sünni çatışmasının sorumlusu ve mimarlarından biri olarak algılanıyor. Söz konusu algı, İslam dünyasında İran İslam Devrimi’nin iddia ettiği ahlaki ve dini meşruiyetini de sorgulamaya açmıştır. Bu algı özellikle Sünni Arap kamuoyunda İran karşıtlığına elverişli bir zemin yaratmıştır.
Suriye krizi, İran’ın bölgedeki İslami hareketlerle, özellikle Müslüman Kardeşler’le olan ilişkisini de sorunlu hale getirdi. İran rejimi, bölgedeki Sünni İslami hareketler nezdinde anlamlı ölçüde model ve umut olmaktan çıktı. Suriye krizi, İran’ın 1979’dan günümüze kadar biriktirdiği siyasi desteği önemli oranda azalttı. Çok yakın zamana kadar sürekli İran İslam Devrimi’ni destekleyen Türkiye’deki İslami hareket mensuplarının İran karşıtı çeşitli gösterileri ve sert açıklamaları da bunun açık örneği sayılabilir. Bu krizin İran’ın 1979’dan günümüze kadar özellikle Ortadoğu’da takip ettiği devrimi ihraç çabalarını da heba ettiği söylenebilir.
İran, Suriye krizi nedeniyle bütün komşularıyla da çatışma içine girdi. Bu çatışma İran'ı derin ve uzun süreli bir tehdit içine sürükledi. İran, başta ABD ve Batılılarla sorunlarını tam anlamıyla çözebilmiş değil. Nükleer gerginliği atlatsa da ABD ile ilişkilerinin nereye gideceği belirsiz. ABD-İran gerginliğinde komşularının nasıl tavır alacağı aşikar. İran’ın Suriye krizi nedeniyle İslam dünyasının kamuoyunu kaybetmesi elini güçsüzleştirdi.
İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani, komşularıyla güvenilir bir ilişki tesis etme niyetinde olsa da, bu doğrultuda Suriye krizinin aşılması kolay olmayan bir engel oluşturuyor. Ruhani’nin ülke ekonomisini iyileştirme istikametinde komşularla sağlıklı ilişkiler kurmaya ihtiyacı var. Üstelik ABD ile yaşadığı gerginlikte başarılı olmak istiyorsa, komşularla ilişkilerindeki tansiyonu da düşürmesi elzem gözüküyor.
Suriye krizi İran’ın bölgesel ilişkilerinin sağlıklı ve güvenilir bir yörüngeye geçmesine engel oluyor. Başka bir ifadeyle, İran’ın Türkiye ve Suudi Arabistan başta olmak üzere Arap ülkeleriyle ilişkilerinin Suriye krizi ipoteğinin altına girdiği açık.
Arif Keskin, Ortadoğu uzmanı, araştırmacı. İran Azerbaycanı'nda dünyaya geldi. Tebriz'de sosyoloji lisansını tamamladıktan sonra Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde siyaset bilimi eğitimi aldı. ASAM, TÜRKSAM, 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü ve ORSAM gibi düşünce kuruluşlarında İran ve Orta Doğu uzmanı olarak görev yaptı.
Twitter'dan takip edin: @KeskinArif
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Al Jazeera’nin editöryel politikasını yansıtmayabilir.