İdlib’de yaşanan kimyasal saldırı, insani olarak yeni bir dram anlamına geliyor. Öte yandan, Baas rejiminin kimyasal harp faaliyetlerine ilişkin iki önemli noktayı da açıklığa kavuşturdu.
Bunlardan ilki, kimyasal saldırının kurbanlarının santral sinir sistemlerinde oluşan hasarlara ilişkin semptomlar göstermesi –gözlerinin ışığa tepki vermemesi ve sürekli istemsiz kas kasılmaları gibi– ve ileriki tıbbi bulguların da bu yönde olmasıydı. Nitekim, Dünya Sağlık Örgütü’nün açıklaması, Türk Hükümeti’nden yetkililerin açıklamaları ve birçok sivil toplum örgütünün değerlendirmeleri saldırıda sinir gazı kullanıldığını gösteriyordu.
İdlib’de santral sinir sistemini hedef alan bir kimyasal silahın – muhtemelen sarin – kullanılması iki açıdan önemli. Birincisi, Rusya Federasyonu ve Baas rejiminin ortaya attığı, “muhalif unsurların kimyasal silah depolarının hedef alınması” iddiaları çürümüş oldu. Zira, sarin gibi çok yüksek derecede toksik kimyasal ajanlar, bileşenlerin –prekürsör– ayrı olarak tutulması ile depolanır ve askeri mühimmata yüklenirler. Özel mühimmatlar, hedefe intikal esnasında prekürsörlerin birleşmesini sağlar. Böylelikle kimyasal harp unsuru, en toksik nihai formunu alır. Dolayısıyla, İdlib saldırısının, rejim tarafından gerçekleştirildiği artık teknik bir gerçekliktir. İkincisi, rejimin Kimyasal Silahların Yasaklanması Örgütü’nü (OPCW) yanılttığı kesinleşmiştir. Bugüne kadar klor türevi kimyasal harp ajanları ile anlaşmanın ‘arkasından dolanmaya çalışan’ rejim, Kimyasal Silahlar Sözleşmesi’nin kesin olarak kapsadığı sarin ve diğer benzeri kimyasallar konusunda ya envanter deklarasyonunda hile yapmıştır ya da üretimi durdurmamıştır.
ABD’nin sınırlı harekâtı ne anlama geliyor?
Trump yönetiminin kimyasal saldırılara yanıtı, USS Porter ve USS Ross Arleigh Burke sınıfı destroyerlerden, Tomahawk serisinin son versiyonu olan Tomahawk Blok-IV seyir füzelerinin Şayrat Üssü’ne ateşlenmesi olmuştur. Bahse konu destroyerlerin ana limanı İspanya-Rota ve Akdeniz’de görevliler. Dolayısıyla Washington’un özel bir kuvvet kaydırması gerekmedi. Operasyonun sonuçlarına ilişkin ABD ve Rusya’dan gelen farklı açıklamalar, askeri hasar tespiti gibi teknik bir hususun dahi nasıl enformasyon harbinin konusu haline geldiğini göstermesi bakımından dikkat çekici.
Pentagon’un sınırlı, cezalandırma nitelikli askeri müdahale için hedef tercihi de iki açıdan önem arz ediyor. Birincisi, Şayrat Üssü, yalnızca Baas güçleri tarafından kullanılmıyordu. 2016’da uydu görüntüleri ile elde edilen veriler, Rusya’nın Şayrat Üssü’ne Ka-52 ve Mi-28N gibi taarruz helikopterleri konuşlandırdığını gösteriyordu. Şayrat ve Tiyas üslerindeki askeri varlık, Lazkiye merkezli olarak konuşlanmış Rus kuvvetleri için Palmira gibi ülkenin iç bölgelerindeki hedeflere daha kısa sürede müdahale etmek ve daha yüksek sorti oranlarına ulaşmak anlamına geliyor. ABD’nin müdahaleden kısa bir süre önce Rusları durumdan haberdar ettiğine yönelik haberler basına yansımıştı. Bununla birlikte, Rus askeri personeli ya da platformları bir kayıp yaşamasa da, Şayrat Üssü’nün vurulması Baas rejiminin destekçileri için siyasi bir uyarı içeriyor.
Açık kaynaklı raporlar, Baas rejiminin Şayrat Üssü’nde daha önce envanter dışı bırakıldığı düşünülen Mig-25 önleme/avcı uçaklarını, çeşitli Mig-23’leri ve İdlib kimyasal saldırısından sorumlu tutulan, yer hedeflerine taarruz görevleri için kullanılan Su-22M4 savaş uçaklarını konuşlandırdığını belirtiyor. Rejime yakın kaynaklar, Su-22’lerin kimyasal harpte kullanılamayacağı gibi trajikomik iddialarda bulunsalar da, bu iddialar teknik dayanaktan yoksun. Gerekli işlemler ve mühimmat ile Su-22’ler sadece kimyasal harp ajanlarını değil, diğer kitle imha silahlarının atış vasıtalarını da taşıyabilirler.
Daha önemlisi, yapılan açıklamalar, kimyasal saldırıyı icra eden uçaklar Şayrat Üssü’nden havalandığı için bu hedefin seçildiği yönünde. Suriye hava sahasını sürekli izleyen aktörler için bunun tespiti kolay. Burada kritik soru şu: Pentagon ve ABD istihbaratı kimyasal saldırının emir komuta zincirinde nasıl bir yapıyla karşılaştı? Zira, müdahale için Suriye Hava Kuvvetleri İstihbarat Merkezi ya da Mezze Üssü gibi ‘rejimin kalbi’ olarak nitelendirilebilecek daha yüksek profilli hedef tercihleri bulunuyordu. Eğer ‘itidalli misilleme’ tercihi ağır bastıysa, burada konuyu siyasi analistlere ve Beyaz Saray-Pentagon dinamiklerini izleyenlere bırakmak isabetli olacaktır. Ancak, Şayrat bize daha fazlasını söyleyebilir.
İç savaşın ilk yıllarında Esad yönetimi, Suriye Arap Silahlı Kuvvetleri’nin, özellikle de piyade birliklerinin önemli bir bölümünün üzerindeki kontrolünü kaybetti. Ayrıca, iç savaşın giderek mezhepsel bir nitelik kazanması, Baas rejiminin kağıt üzerinde kontrolünde olan birlikleri de istediği gibi kullanmasının önünde engel oluşturdu. Rejim, bu sorunları aşmak için birkaç yol denedi. Öncelikle, etno-mezhepsel ve rejime bağlılık esaslarına göre teşkil edilen, modernizasyon önceliklerinden fazlasıyla yararlanan 4. Zırhlı Tümen gibi birliklerini kritik yerlere sevk ederek, kontrolü mümkün olmayan geniş coğrafyalardan çekildi. İkincisi, hava köprüsü kurmak suretiyle kuşatma altındaki üslerinin bir kısmını ayakta tutmaya çalıştı. Ayrıca, düzenli birliklere destek olacak paramiliter yapılar oluşturdu.
Öte yandan, İran Devrim Muhafızları-Kudüs Güçleri unsurları, Lübnan Hizbullahı ve özellikle 2015’ten itibaren Rusya, hem askeri danışman hem de doğrudan muharip birlik düzeyinde rejimin savunma teşkilatlarına nüfuz ettiler. 2011-2012 döneminde Suriye Arap Silahlı Kuvvetleri’nin neredeyse yarısı üzerinde konvansiyonel kontrolünü kaybeden rejim, özellikle 2015 sonrasında ülkedeki askeri harekatlar üzerinde tek karar verici değil. Rejim, son dönemde desteğini konsolide etmek için –esasen varil bombaları dahil birçok savaş suçunun şüphelisi olan– “Kaplan Kuvvetleri” ve bu birliğin komutanı General Süheyl el-Hassan gibi “Suriyeli ikonlar” üretmeye gayret ediyor. Ancak sahadaki gerçeklik farklı ve Esad güçleri askeri inisiyatifi paylaşmak durumunda. Bu nedenle Esad güçleri, kimyasal harp yetenekleri dahil olmak üzere stratejik silah sistemlerini tutmaya çalışıyor. Zira Baas rejimi, kendi varlığıyla bu imkân ve kabiliyetler arasında bir ilişki kuruyor.
Şayrat bağlantısı: Baas Rejimi hava kuvvetleri ne gizliyor?
Orta Doğu’da kimyasal ve biyolojik harp programları, birçok tehlikeli rejim tarafından nükleer silahlara alternatif olarak görüldü. Bu programların tıbbi ve endüstriyel faaliyetlerin içinde gizlenmesi nispeten kolay. Ayrıca, nükleer caydırıcılık seviyesinde olmasa da, balistik füzeler ile kimyasal ve biyolojik harp başlıklarının kombinasyonu rejim güvenliğini sağlamak için önemli bir altyapı olarak algılanıyor. Burada iki temel motivasyon var: Birincisi, komşu ülkelerin ve üçüncü tarafların askeri üstünlüklerini dengeleyecek kapasite oluşturulması. İkincisi de, rejimin kontrolsüz biçimde devrildiği bir durumda, bu silahlar üzerinde hakimiyetin kaybolmasının ve terörist gruplarının eline geçmesinin uluslararası toplumda oluşturacağı endişe.
Açık kaynaklı istihbarat verileri Esad ile rejimin askeri alanda bilimsel çalışmalarını yürüten CERS (Centre D'Etudes et de Recherches Scientifiques) arasındaki bağlantının, Esad’ın askeri danışmanı olan Bassam el-Hassan tarafından sürdürüldüğünü gösteriyor. General el-Hassan, ABD Hazine Bakanlığı’nın yaptırım listesinde bulunuyor. Baas rejiminin kimyasal harp faaliyetlerinde Hava Kuvvetleri ve Hava Kuvvetleri İstihbaratı ile Askeri İstihbaratın ve Siyasi Emniyet Teşkilatı’nın önemli bir rolünün bulunduğu değerlendiriliyor. Rejimin bu kritik kurumlarından birçok general de kitle imha silahlarına ilişkin faaliyetler nedeniyle ABD ve AB yaptırım listelerinde. Söz konusu listelerde Suriye Arap Hava Kuvvetleri ve Hava Savunma Kuvvetleri’ne mensup figürler ön planda. Bu isimler arasında kritik Şayrat bağlantısıyla ilgili dikkat çekebilecek biri de var: General Saci Cemil Derviş.
General Derviş’in ülkenin kuzeyindeki klor türevi kimyasallar taşıyan varil bombalarının kullanıldığı hava harekatlarını yürüttüğü belirtiliyor. Ayrıca, Şayrat Üssü’nün de General Derviş’in komutasındaki unsurlar arasında olduğu söyleniyor. Açık kaynaklı istihbaratın fonksiyonu bu noktada bitiyor. Bundan sonrasına ilişkin bilgi toplanması, değerlendirilmesi, yukarıdaki şahıslar ve diğer Baas rejimi mensupları ile kimyasal saldırılar arasında somut kanıtlara ulaşılması daha özel soruşturmaları gerektiriyor. Ancak muhtemel ki, Baas elitleri, Suriye Arap Hava Kuvvetleri, başta Hava Kuvvetleri İstihbaratı olmak üzere rejimin güvenlik kurumları ve bilimsel araştırma birimi CERS arasında ortak bir kitle imha silahları vizyonu var. İkinci bir perspektifin de 4. Zırhlı Tümen ile balistik füzelerden sorumlu birlikler, CERS ve Baas elitleri arasında oluşturulduğu tahmin edilebilir.
Yukarıda özetlenen dinamiklerin Suriye Baas rejimi tarafından bir beka meselesi olarak görüldüğü önceki ABD Başkanı Barack Obama döneminde anlaşılmadı ya da anlaşılmak istenmedi. 2013 yılındaki süreç ve kimyasal silahsızlanma anlaşması sonrasındaki hava, akademik toplantılarda dahi, kimyasal silahsızlanma anlaşmasına ilişkin kuşku duymanın neredeyse yasaklandığı irrasyonel bir iyimserliği yansıtıyordu.
İdlib saldırısı, sivillerin toksik kimyasal silahlar ile hayatlarını kaybederken son bakışlarını Suriye Baası’nın savaş suçları hanesine ekledi. İki destroyerden fırlatılan Tomahawk seyir füzeleri elbette kimseyi geri getiremeyecek. Ancak kimyasal silah kullanımına karşı füze taarruzu icra edilmesi, elbette, Suriye’ye vardıkları gün keskin nişancı ateşinden dolayı yerlerinden kıpırdayamayan ve görev tanımları kimyasal silahların kullanılıp kullanılmadığını tespit etmek, ancak bunu kimin yaptığıyla ilgili bir sonuca varmamak olan Birleşmiş Milletler araştırma ekibinden daha orantılı ve caydırıcı bir yanıt.
Yrd. Doç. Dr. Can Kasapoğlu, Ekonomi ve Dış Politika Araştırmaları Merkezi (EDAM) Savunma Analisti.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Al Jazeera'nin editöryel politikasını yansıtmayabilir.